Cumartesi, Ocak 21, 2017

mektup.

Bismillahirrahmanirrahim.

“Bilmez misin ki, göklerin ve yerin idaresi, mülkiyeti yalnızca Allah’ındır. Allah’tan başka sizi koruyacak bir dost ve yardımcı hiç kimse yoktur."
Bakara Suresi, 107. Ayet.



Ayeti az evvel twitter’da gördüm, geri döndüm. 2014 yılında Melike’yle birlikte sözleşip Ufka Yolculuk’un ayet yarışmasına birlikte hazırlanmaya karar vermiştik. Aramızda bi yarış vardı. Bi de ikimiz de ikizler burcuyduk, öyle inatçıydık ki birbirimize karşı. Gözleri zor görürdü ama metronun kısık ışığından küçücük cep boy meali çıkarıp ayet okumaya çalışırdı. Ben cuma günleri Nur Mektebi’ne gider, Uğur Abi’den dinlediklerimi not eder, gelir bi pazartesi ya da perşembe akşamı iftardan sonra ona anlatırdım. Bugün edindiğim düsturların bazıları onun teşviki ve desteği sayesindedir, canım kardeşim. İnşallah iyidir, inşallah o da beni hayırla yâd ediyordur. Çünkü ben çok yedim onun hakkını, Allah bırakmasın ellerini. Amin.


"anlamak için bu kadar çabaya rağmen üzülen her zaman ne yazık bendim
anlamak için bu akdar çabaya rağmen tüketen her şeyi ben değil sendin.

her gece sana sarılıp uyumak varken boşluğun koynuna yığılan bendim
sormadın düşüncemi hiç bilmene rağmen haklıyım ah savunmasızım sevdim."

Yıldız Tilbe, Anlamak İçin



Bu gece zaten yazasım vardı. İçimde çok kırgınlıklar var. Anlatacaklarım Allah’ın her daim bizle kalacağıylaydı. Çünkü ben ne yaparsam yapayım, elimde kalmıyor. 2015 yılında bu blogda yazdığım yazının başlığı “biriktirmek”ti. 2017 yılına geldim, değişen bir şey yok. Bunca biriken, özümseyen, aklın ve kalbin süzgecinden geçiren, yazan, çizen, tartışan, boğuşan, boğulan, sıkılan, ferahlayan, umut eden, umutsuluğa kapılan, anlayan, anlatan, yaşayan, yaşatan, söyleyen, dile getiren, didinen, uğraşan, çabalayan, sancıyan, ağrıyan, iyileşen, depreşen, kıpraşan, kırılan, kızan, harcayan, savuran, kıyamayan, kırmayan benim de neden? Niye, kimin için bu neye bu biriktirmeler? Bunca zaman okudum, ilim edindim, şuurlandım, bilinçlendim. Gücüm yettiğince hayatıma da tatbik ettim, hayır demeyi öğrendim, kendimi keşfettim her şeyden önce. Anlamaya başladım. En mühimiydi bu başlangıç için, ne bulduğumu anladım. Ama anlamak hayatımın pik noktasıymış, işte onu anlamamışım. Yani insan anlamaya bir başladıyse düşüşü de orda başlıyor. Dostoyevski diyor ki, Yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır.” Yeraltından Notlar. Öyle güzel anlatmış ki bunu bir hastalık diye, öyle güzel kurgulamış öyle güzel ifade etmiş ki. Ben de bu hastalığa kapıldım ve geçmeyeceğini de biliyorum. Kime ne emek verdimse, nasıl güzel anılar biriktirdimse, kime tebessüm ettirecek hatıralar bıraktımsa, elimde kalıyor ufalanıyorum hep, delireceğim. Bir insanı değiştiremeyeğimi anladığımda 21 yaşımdaydım, ülkenin değişmeyeceğini anladığımda 22 yaşımda. Ama kaderimin hep böyle sürüp gideceğini anladığımda 23 yaşımdayım ve bundan sonraki ömrüme dair ufacık bir umut kırıntısı yok içimde. Her hafta en az 3 kez duamda adını andığım 40 kişiden yalnızca 10 tanesi hayatımda kaldı, diğerleri yok. Kalanlar ne zaman kopacak Allah biliyor. Artık emek vermek ve bunun hebâ olacağını anlamak, bunu bile bile yaşamak öyle zor geliyor ki. 



Neye üzülüp neye sevineceğimi şaşırdım. Dün mektup geldi, uzak illerden. Tam da bilgisayarımın sağ alt köşesinde ucuz uçak bileti reklamı çıkmışken. Ne tevâfuk. Gelgelelim, içimin tüm niyetlerini izah etmek için yazılıp da bir teşekküre dahi tenezzül edilmemiş bi mektubun ağrısını taşıyorum. Onca vakti dünyayı döndürecek muhabbetle geçiridğim halde gözlerim kargo yollarını beklerken hissettiğim sancıları taşıyorum. “Birbirimize uygun değiliz.” deyip kestirip atılan bir ilgisizliğin burukluğunu taşıyorum. Tüm bu taşınmazlar üzerime ipotekliyken bir mektuba layık olduğum için üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. Allah ağrısı diye yaşadığım şey, ne şartta olursa olsun acıya yer olduğunu anlamakmış işte. İlk kez veda mektubu aldım. “Bu bir veda mektubu değil, vefa mektubudur.” diyordu. Yazarken bile boğazım düğümleniyor. Allah’ım, bu kadar vefayı hakedecek şey yaptımsa nasıl yalnız kalıyorum. Madem yalnız kalacaksam niye bu vefayı hak edecek eylemler içindeyim. Biri ifrat biri tefritse, vasat miktarı nerede. Ben bulamıyorum. Ağrılarım acıya dönüşüyor. Aşk aşk diye tutturuyorum ama, yarın yine aynısı olmayacak mı? Bir umudun peşinden sürüklenip yine terk edilmeyecek miyim? Sana ulaşan yollar ararken, tam da sana yakınlaşmışken, yine bir başıma bırakılmayacak mıyım? Yine giderken güzel sözler söylenmeyecek mi? Yine gidene el salladığım için biriktirdiklerim ziyan olmayacak mı? Kendimi kurmaya bir tuğla daha koydum derken, yine kendi enkazım altında kalmayacak mıyım? Anlamak ne zor Allah’ım. Dünyayı zindanda yaşamak ne müslümana. Avunmanın olmadığı yerde yapayalnız ölümü beklemek, yüzü olmadan ölmeye beklemek ne zor. “Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce şeyler üstüne anlayışım derinleştikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama ramak kalıyor? Beni asıl şaşırtan şey, bu durumun bende rastgele değil de, sanki öyle gerektiği için olmasıydı.” Yeraltından Notlar. Dostoyevski’yle aynı kaygıları edinebildiğim için övünebilir miyim?



Dün mektubata başladım, içimin dizginlerini elime alabileyim diye. Tevâfuk ya, tam da yarama merhem buldum. Şöyle yazıyordu ilk mektupta benim soruma cevap veriyor:


DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?

Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet onu kurtarsın.
İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız bir kalem—onunla, sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor.
Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder.
Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî aşka inkılâp eder.


Okuduklarımı inkar etmiyorum ama artık özütemiyorum da. Bunca birikmişlikle tek başıma dayanmak zor geliyor. Öyle sanıyorum ki düştüm, kaldıracak bir ele muhtacım. Bana hayattaki en güzel gaye; tüm kalp kırıklıklarımı toplayıp bunları sanatla anlatmakmış gibi geliyor. Peşimi bırakmayacak bir canavardan ne kadar kaçabilirim? Acıları güzellemekten başka ne yapabilirim ki? Bak, abim Zarifoğlu en kötü şeyleri bile ne kadar güzel söylüyor;


Hayat boş bir rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim


Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme.




Hepimizin acılarını yontup güzelleştirmekle vazifeli bir Allah ağrısı var. Dünya bir zamksı mürekkep, her yerimize yapışıyor. Yalnız Allah’layınca güzelleşiyor tüm ağrılar, sancılar, sanrılar, acılar...

1 yorum:

  1. okurken ağladım. sanıyorum bu gece yazılarınızı okurken 'âh..' demek ile güzelleşicek, derinleşicek..

    YanıtlaSil