Perşembe, Eylül 22, 2016

anksiyete.

Bismillahirrahmanirrahim.
“Müslümanlar sadece Allah’a dayanıp güvensinler.” 
Âl-i İmrân, 122.
“Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül ederseniz, o sizi kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırır."
İbn Mace, Zühd, 14.

Sıyrılmak istediklerimden kurtulup dualara icabet etmeye geldim blog. Ne demek istiyorum, dur, anlayacaksın. İzahını yapacağım.

Yoruluyorum blog. Lüzumundan fazla yoruluyorum. Sabahın köründe işe gidip akşamında eve gelmek değil yorgunluğum. Gönlü müreffeh olanı yıpratmaz gündelik işler. Hatta çoğaltır. Nasıl Raskolnikov suçunu Sonya’ya itiraf edince Sonya onu teslim olmaya ve yere kapanıp Allah’tan özür dilemeye razı ettiyse, gönlü mutmain olunca kürek cezası çektiği halde Sonya’yı düşleyip hayata tutunabildiyse, yani idama denk cezaya çarptırılmış bir kimse bile İncil’e sığınıp aciz olmanın güzelliğine sığınabildiyse, her gün yorulup evine giren birinin de sığınacağı bir muhabbet olmalı. Olmayınca neyle avunmalı? Anlamaya çalışıyorum. Kimseyi suçlamadan, kendimi de hırpalamadan, olanlara boş gözle de bakmayıp perde arkasında kaderi ilmekleyen Fettah olan Allah’ın kerametlerini görmeye çalışıyorum. Ama yanlışım doğrumdan çok oluyor. Kendimle yüzleşmek için bu yazıyı yazıyorum. Şiirdeki gibi:

”bu şiiri yazmak için söküp attım pansumanı yaramdan
tam olarak bıçağa kaptırdığım tarafımla sancıyorum al
al bu hayat kiminse billahi ben yaşamıyorum
al bu hayat kimnse billah ben
sarılan bir yarayı fışkıran bir damardan daha çok sevmiyorum."

Korkuyorum, sanıyordum blog. Yani halimin adı dışardan “korku” sanıyordum, değilmiş. İnsan kelimelerle oynayınca bambaşka şeyler farkediyor, günlük hayatımızda çok kullanıyor olsak ya da her an gözümüzün önünde duruyor olsalar bile. Korku; aniden ortaya çıkan bir tehlikeye karşı gösterilen bir reaksiyondur. Bu tehlike kişide savaş ya da kaçış tepkisini ortaya çıkarır. Yani korkmak sürece bağlı değil, reflekslere bağlı bir olgudur. Kalemin yere düşmesi gibi. Öyleyse beni yoran bu değil çünkü etrafım kararalı uzun zaman oluyor. Kelimeleri kurcalamaya devam edip kaygının peşine düşüyorum. Kaygı; korkudan farklı olarak gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikeleri ifade eder. Bisiklet sürerken yolda bir köpek görüyorsun ve bu ani bir refleks sonucu korkuya sebep oluyor. (Bir kez ısırmıştı.) Ancak bisiklet sürmeden evvel, ya yolda köpek görürsem ya da başka tehlikeyle karşılaşırsam, düşüncesi kaygıya sebebiyet veriyor. Aslında S. Kierkegaard’ın dediği gibi “Korku belli bir şeye yönelmiştir, kaygının ise nesnesi yoktur. Yani bildiklerimiz korkmaya, bilinmeyenler ise kaygıya sebep olur. Peki ben bunun neresindeyim? Tam ortasında! Sözlükte kendim için doktrin olacak kelimeyi buluyorum, anksiyete. Anksiyete;  canlılarca deneyimlenen kaygı, gerilim, sıkıntı halidir. Nedeni belli olmayan tedirginlik hali olarak da açıklanabilir. Bazı kuramlarca yaşanan iç çatışmaların sonucudur, bazı kuramlarca öğrenilmiş davranışlardır. Başına kötü bir şey geleceğini düşünme, rezil olmaktan veya komik duruma düşmekten korkma gibi düşünsel, fakat çoğu zaman nedeni belirsiz, tanımlanamayan bir gerginlik durumudur(Wikipedia). Çünkü ben de tam bu sebepleri gerçekliyormuş gibi, geceleri uyuyamıyorum. Kulaklığımı takıp yürüyemiyorum. Biriyle konuşuyor olmak ürkütüyor beni, yanlış bir şey söyleyecekmişim gibi. Neden?

Muhabbetin hatırına dönüyor dünya. Aslında bu cümlenin anlamı nerden okuduğuna göre değişiyor. Eğer beşer gözünden bakarsak insan muhabbetine eş bulunca dünya dönmeye başlıyor. İlahi bir sebeple delillendireceksek, dünya kudret sahibi bir zât döndürüyor ve O’nun muhabbetiyle çekilebilir kılınıyor bu tenasür hali. Yani muhabbetlerimiz bizi Allah’a yaklaştırıyor ya da uzaklaştırıyor. Matematik gözüyle bakınca, ilk yolun limiti sıfıra, ikincisiyse sonsuza gidiyor. Ben ikinciyi seçmek istiyorum. Peki beni endişeye sevk eden ne?  Çok güzel muhabbetlerin içinde oldum, elhamdülillah. Ama bunun bir lütuf olduğunu, Allah’ın beni muhabbetsizlikle de sınayacağını unuttum. Evvelinde yaşadığımın sıfıra gideceği belliymiş, ancak cehaletim görmeme engel olmuş. Ahirindeyse belirsizlikleri aşıp denklemi yeniden düzenlemem gerekiyormuş ki, sonsuza varabilsin. Fonksiyondaki zaman kavramı görmezden gelinemiyormuş. Yani Allah’a yakınlaşacak bir muhabbet için hem fikirlerin hem de zamanın uyması muhakkakmış. Yaşadığım her şeyde ikisinden biri eksik oldu. Yani muhabbetlerimi hiç sonsuza tamamlayamadım. Endişemin sebebi de bu. Şimdi biriyle muhabbete girsem, yine bitecek diye korkarım. Eski muhabbetlerimi tamlamak istesem, belirsizlik yoruyor beni. Ben sevmek, sevilmek istiyorum. Durağanlaşmak değil. Rabbimin beni yaratırken içime üflediği ruhu keşfedecek muhabbetin peşinde koşmak istiyorum. Burdan bakınca iş çıkmaza giriyor. Tam deadline üzerindeyim ve tam burada imanımı sorgulamam gerekiyor. İki taraftan birini seçmek dinin genelinde vardır çünkü İbn Mâce’den rivayetle İman iki şıktır. Biri sabır, öbürü şükürdür.” Kendimi sorgulayınca yanlışımı farkediyorum. Ben hep şükredecek sebepler gerçekleşsin istiyorum. Sabrın yeri geldiğinde şükre sebep olacağını unutuyorum. İnsan, nisyandan gelen ama daha çok kalbninde bir şeyi aramakla ilgili olan galiba. Bulan değil, arayan. O yüzden unutan.

Peki buna ne sebep oluyor, tevekkülsüzlük. İnsan olmanın en büyük tehlikesi bu olmalı. Çünkü ayette belirtilen ”Şüphesiz biz emaneti göklere, yerlere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz o çok zalim ve çok cahildir.” Ahzab, 72. cahillik tam da bu. Bildiğini yapıyor olduğunu sanmak. Yani namaz kılmak ama neden kıldığını unutup kılmak. Kuran okumak ama kimin kelamıyla hemhâl olduğunun farkında olmamak. İnsan kibirinden kendine toz konduramıyor. Acziyetiyle Allah’a yaklaşması gerekirken, enaniyetinden masivâya saplanıyor. Tevekkülün kelime manasını bildiğinden tevekkül sahibiyim sanıyor. İşte en büyük tehlike! Daha evvel yine sevmiştim. Bundan sonra bir daha olmaz, o muhabbet kurulmaz deyip tamam demiştim. Sonra nasip oldu, bir daha sevdim. Şimdi yine bir daha olmaz, sevemem diyorum. Çünkü Allah’ın kaleminin güzelleştiremeyeceği kader olmadığını unutuyorum. Allah’tan sabır ve dua ile isteyince en güzelini nasip ettiğini unutmak endişeye sevkediyormuş meğerse, unutup tökezliyorum işte. Bugüne değin ne dua ettiysem kabul oldu ve gerçekleşmeyen hiçbir duamın arkasından âh etmedim. Şimdi imanın şüküre sabretmek kısmındayım ve sabrıma şükredeceğim günlerin de nasip olacağını biliyorum. Ancak imanın da ifrat boyutu olduğu kadar tefrit boyutu da var. Yani Allah nasılsa en güzelini nasip edecek dersem, bunca şeyi boşuna yaşamış olurum. Hatalarımdan ders çıkaramam. Bir nevi zamanın ziyanı olur. Yani anksiyeteyi sorgulayıp Allah’ın bana ne anlattığını bulmam gerekiyor. 

Anksiyete her zaman kötü bir şey değil çünkü stres altında dikkatini odaklamana ve motive olmaya yardımcı oluyor. Ama bu durum ne zaman telaş ve endişe yaşamamıza sebep oluyorsa, orada film kopuyor. Yani bir güçlüğü yenemiyorsak, onunla yaşamaya alışmamız ve onu çıkarlarımız doğrultusunda kullanmayı becermemiz gerekiyor. (İşte bunlar hep mühendis zekası.) Kafamız bir şeyle ne kadar meşgulse, o konuda dikkatimizi odaklamak ve uyanık kalmak kolaylaşır, sorunu aşmamız için gerekli motivasyon sağlanır. Yani felaket tellalı olmak yerine belirsizliği kabullenip, bunu olumlu düşüncelere meyyal verecek şekilde bakış açıları kazanmaya çalışmak gerekiyor. Mesela, metallerin etrafında da elektron bulutu var ama bu belirsizlik elektrik iletkenliğinin harika olmasını sağlıyor. (Voovvovvovv) Yazmak da bu durumun etkilerini azaltmaya fayda sağlıyor.

Aslında bu sürüncemelerin hepsi, içimizdeki Allah ağrısını tetikliyor. Yani olayı Allah ağrısı deyip, O’na yakınlaşmaya ya da dünya ağrısı deyip O’ndan kaçmaya kullanmak bizim elimizde. 

Hepimizin merhemi Allah’a koşacağı bir ağrısı var.

1 yorum: