Pazar, Ocak 28, 2018

avunma - II

Bismillahirrahmanirrahim.
"Size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve o yağmur yüklü bulutları meydana getiren O’dur."
Ra’d Suresi, 12. Ayet

28.10.17
Mehveş. 
Cumartesi günü, ikindi vakti. Saat 3:58. Yağmur yağıyor; beyne’l-havf ve’r-recâ. Yani ümitle korku arasında, dünyaya tutunduğum pamuk ipliğinin ilmeği. Kopsa neye yarar.

28.01.2018
“Herkesin yaptıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.”
En’am Suresi, 132. Ayet

Mehveş.
Pazar günü, ikindiye bir saat var. Saat 2:51. Hava güneşli ama buz soğuk. İkinidiyi kıldıktan sonra başlarım diye ara verdiğim yazının ardından kaç namaz vakti, kaç akşam, kaç sabah, kaç öğle, kaç beyhûde zaman geçmiş. Ay değil, mevsim değil, yıl bile değişmiş. Nasıl da avucundayım zaman denen yanılgının, nasıl yanılıyorum avucumda sanarak zamanı, ne zaman geçmiş zaman, nasıl. 


Yitip gitmişim gibi hissediyorum Mehveş. Günlerim birikmekle değil, tüketmekle geçiyor. Bazı sabahlar neye uyandığımı bilmiyorum. Bir el çekmiyor beni yatağın içinden. Bismillah deyip davranmak kabil değil buna. Ama neylersin ki; yaşamak. Cevap yetişmiyor yazgıya. Bir yıl önce bugün okuldan mezuniyet belgemi aldım. Bir yıl önce bugün yüksek lisansa başlayabilecek miyim kaygısındaydım. Bir yıl önce bugün iş bulabilecek miyim tasasındaydım. Bir yıl önce bugün Bursa’ya geri taşınacak mıyım telaşındaydım. Bir yıl sonra, bugün; yüksek lisansın yarısını tamamladım. Bir yıl tecrübeli mühendis olmaya gün saymadayım. Bir yıldır Bursa’da, annemle babamın yanında yaşıyorum. Arada geçen zamanda 47 kitabın altını çizmişim. Geçen hafta da abimi nişanladık. Kağıt üzerinde ne büyük hadiseler yaşamışım. Ama ben bunların içinde miyim, kenarında mıyım, kıyısında mıyım. Hiçbir yerinde değilsem de varoluş sancılarımlayım. Günler o kadar birbirinin aynı ki, tırnaklarımın uzamasından anlıyorum vaktin aktığını. Daha beterini söyleyeyim mi Mehveş; üç yıl önce bloga ilk yazdığım “biriktirmek”te ne anlattıysam, hâlâ aynılarındayım.  


"Kimin hayatına girsem, sığıntı gibi duruyorum. Nereye gitsem orası dışlıyor beni. Kimi sevsem, öyle malum ki gidecek. Biriktirmek, ama neyi. Azaltılmak, da neyden?"

Üç yıldır hâlâ aynı sorulara cevap bulamamak, yıpratıyor. İçimde bir şey var ve buharlaşıyor, önünü alamıyorum. 

“şimdi ne yana baksak aklımız bakmadığımızda / ağır aksak ilerleyip iki ileri bir geri / tutunmaya çalışıp kendimizden kalanlara."


Mânâyı bulamıyorum artık Mehveş. Ne yaşadımsa Allah’la aramda kalıyor. Sebepsiz avuntulara sığınmaktan da yoruldum. Bu bunalım, bu yalnızlık, bu tek başınalık, bu çaresizlikle Allah bana bir şey anlatmak istiyor. Ben anlamıyorum. Neden anlamıyorum. Bir mânâ çıkarmam gerekiyor. Neden çıkaramıyorum. Bazen o kadar sıkışıyorum ki, sanki bir mengenenin iki kolu arasına kıstırılmışım gibi oluyor. Hayatı çoğaltacak insanım yok. Bir sarılmayla bir günün yorgunluğunu, bir işin ardında bıraktığı solgunluğu, bir ömrün omzuma yüklediği yükün yoğunluğunu atacak kucağım yok. Ama olmayışındaki sebeb-i hikmeti bulamamak beni üzüyor. Kendi çeperimden çıkıp Allah’a ulaşan kapıları tıklatamamak bîtap düşüren beni. O kadar yalnızım, o kadar çaresizim ki.
Sabah 8:02’de durakta oluyorum. 8:11’de servi gelip alıyor beni. Biliyor musun, günün o 9 dakikası hiç geçmesin istiyorum. Neden. Çünkü duraktan geçen minibüsler sellektör yapıp binip binmeyeceğimi soruyor. Ben o an fark edildiğimi hissedip mutlu oluyorum. Ne küçük bir tatmin. Ama elhamdülillah, azla yetinmeyi öğrendim. Hatta az ya da çok diye bir şey olmadığını. Her şeyin var ya da yok arası bir eksende dönüp durduğunu öğrendim. Biliyor musun, bazen ellerimi koyacak yer bulamıyorum. Yürürken iki yanımdan bir şey sarkıyormuş gibi oluyor. Bana ait olmayan iki uzuv gibi. Omzumda bağlı kalmış, unutulmuş. Bir tırnağımla başka bir tırnağın üstünü kazıyorum bazen. Ya da ellerimi kavuştırıyorum. Ellerim başka bir boyuttaymış da, sanki ben yalnızca üç boyutlu hallerini görüyorumuşum gibi. Bana ait gibi değil, değil. Cebime atsam kum torbası, klavyeye bassam çubuk parçası, parmak şıplatsam metronom. Ama katiyyen el değil. Ne acaba bunlar. Şimdi ben bunları neyle yazdım. ten kaygusu taşımaktan / tenimin olanca ağırlığı yok oldu.” 


“Fiiliyatımızın kaynağı, kendimizi zamanın merkezi, nedeni ve sonucu zannetmeye bilinçsizce meyilli olmamızdadır. Reflekslerimiz ve gururumuz, teşkil ettiğimiz et ve bilinç parçasını bir gezegene dönüştürür. Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik; eğer kıyaslamak, yaşamak’tan ayrılmaz olsaydı, mevcudiyetimizin ufaklığının açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmektir.” Çürümenin Kitabı, Emil Michel Cioran.


Dertsizliktir belki derdim, bir derde gark olamamaktır. Öyle ki, bugüne kadar toplumdaki yerimi bilemedim, bulamadım hiç. Sahih dostlar nasip olmadı bana. Ama nasibimde olmayanlar için, Allah’a isyan edemem ya. Ama üzülüyorum Mehveş. İçimde bir ırmak şavkıyor. Ama kimsenin gölüne dökülmüyor. Zor geliyor, güceniyorum. Ben bunca kitabı kimin için okuyorum. Bunca filmi kime biriktirdim, bunca şarkıyı, şiiri kimin için aklımda tuttum. Kime gücendiğimin karşılığı yok. En çok kendime güceniyorum. Kimseye zararım yok, en çok kendime batırıyorum. Şey gibi geliyor banaç bir acı var, onu süsleyip püsleyip insanlara gösteriyorum. Diyorum ki; bakın, acı! Bakınca gözünü alıyor görenin ama aşina oluyor sonra. 

Elin kolun bağlı hiçkimseyi beklememeye nasıl sabredilir. Sabretmekle de olmuyor. Olmayışına içerliyorum. Fotoğraf görüyorum istekramda. Tren kompartımanı, camdan dışarısı seyrediliyor. Kendimi o manzaraya koyamıyorum çünkü yanımda biri yok. Bir hayale sığınmadan uykuya geçilmiyor. “susadım, su veren yok / kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm.” Kimi? Yok. Ama benim canımı yakan da bu değil. Dedim ya, Allah bana bu halimle bir şey anlatmak istiyor. Ama ben anlamıyorum. “yaşamak ağrısı asıldı boynuma / oysa türkü tadında yaşamak isterdim."


 “Bilirsin, insan dert denen şeyin ağırlığı altında ezilip un ufak olunca, dert çoğu kez o insanın şeklini şemâilini alır da, hiç kimseyi iplemeden, uluorta konuşmaya başlar. Başlangıçta bir hayli yumuşaktır bu konuşma; içinde ortalama mantığa denk düşen dört başı mamur benzetmelerle buğulu birer elma gibi yuvarlanıp duran anlamlar, derin çözümlemelerle parlak sıfatlar, ani bağlantılarla haklı saptamalar, hatta bütün bunların yanı sıra, kıvrak dönüşlerle uzun sıçramalar bile vardır. Duruşları insanın kalp atışlarında yankılanan rengârenk kelimeler de vardır sonra, gerçeğin her yerdeliğine inanmış serinkanlı cümleler, bir ova gibi genişleyiveren sessizlikler, alçakgönüllü pararaflar ve yeryüzündeki konuşmaların ağırlığından oluşmuşa benzeyen her biri birbirinden lezzetli virgüllerle yerli yerine oturmuş noktalar da vardır. 

Gel gör ki, meçhul bir el gelip konuşmanın seyrine müdahale etmiş gibi, bir süre sonra her şey değişir. Tül perdelerin arkasına gizlenmiş kırık kalpli bir çocuk edasıyla sakin sakin konuşan dert birdenbire şirazeden çıkıp insanı afallatacak derecede çirkinleşir de, sürekli ateş püsküren sipsivri bir dille oraya buraya acımasızca saldırmaya başlar bir bakıma. Saldırınca da, bilirsin, hiç ayrım yapmadan önüne gelen herkesi suçlar. Suçlamaktan da öte, kökleri insanoğlunun ilk ânına dek uzanan korkunç bir intikam duygusuzuyla kıyasıya tırmalar her şeyi ve herkesi, kıyasıya hırpalar, kıyasıya yaralar ve sonuçta ortalığı orasından burasından kat kat dumanlar tüten, uçsuz bucaksız bir savaş alanına çevirir. Öyle ki, çığlık çığlığa parçalanmış kalpler yüzer artık bu savaş alanını kaplayan kan göllerinin içinde. Kalplerle birlikte ölmüş dostluklar yüzer sonra, dostluklarla birlikte ezilmiş duruşlar, duruşlarla birlikte yok olmuş umutlar yüzer.” Uykıların Doğusu, Hasan Ali Toptaş. 


Yazının başlığı avunma ancak avuntu bunun neresinde? Bilmem. 617. kelimeyi yazıyorum ama hâlâ ne anlatmak istediğimi bilmiyorum. Çok uzattım, uzatmayayım. 


“Zemherinin âlemi soğukla kasip kavurduğu bir iklimde, incecik bir şükür hırkasıyla kendini sıcak tutan insanlar da var.” Allah’ım, senin ağrılarını o insanlara kavuşabilmeme vesile kıl. Beni iki dünyada da zelîl eyleme. Var ettiğin sebeplerin ardındaki hikmetleri görebilmeyi bana nasip et. Beni tevekkülünden ve tefekküründen berî koyma. Benim yüzümü masivaya baktırma. 

“Allah’ım! Nefsime takvasını ver ve nefsimi temizle, sen temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen nefsimin dostu ve Mevlâsısın.” Müslim, Duâ, 73.

Amin. Hepimizin Allah’a ulaştıracak Allah ağrısı var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder