Çarşamba, Ekim 26, 2016

mühendis.

Bismillahirrahmanirrahim. 

“Gerçek şu ki, yeryüzünde dolaşan canlılardan Allah katında en bayağısı, anlamayan ve düşünmeyen sağır ve dilsizlerdir."
Enfâl Suresi, 22. Ayet


Blogum, ayeti yazdıktan sonra sana sarılasım geldi, seni öyle çok seviyorum ki. Sen olmasan kim bu kadar kahrımı çekecek? İçimin zehrini kime dökeceğim, bu zift karası akışıklığı kim benimseyecek? Tamam tamam korkma. Elhamdülillah, mutsuzum ama bu sefer güzel şeyler söylemeye debeleneceğim. Gerçi mutsuzluktan da muazzam bir haz alıyorum ama hadi darlamayayım bu sefer. Canım blogum ya. Erkek olsan eve çıkardık ha, o kadar seviyorum seni. 
Evrimsel düşünce ve temelleri üzerine eksiğim olduğunu farkettim ve alakamı cezbettiği için bunu şevkle değerlendirmeye karar verdim. Bilirsin, çok meraklıyımdır ve merak devrimcinin hazırlığıdır! Yani bu konudaki hevesim bittiğinde, zihnimde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, çünkü entropi. Sinan Canan’a olan ilgim ve söylediklerine verdiğim kıymetten ötürü konuyu onun vasıtasıyla derinleştirmeye karar verdim. (Ne çok biliyorum bee.) Zaten online olarak takip ettiğim Big History: The Knowledge dersi de konuyu Big Bang’den başlayıp dünyanın günümüze kadar gelişimine kadar irdeliyor ve arada canlı oluşumundan bahsederken evrime değiniyor. Allah’ım ne çok merak. “Bilim ve İnanç Üzerine” konu başlıklı yazılarını okurken, kısmetse hayatımdaki en güzel payelerden birini atlamak üzere yüksek lisansa kabul edildim. Tam o sıralar içimde hem kendi evrimsel sürecimi hem de şimdi neyin peşinde olduğumu dillendirmek iştiyakı doğdu. İstedim ki bir gün aklımda "ben neyin peşindeymişim de bunca hengameye girişmişim?" diye bir soru peydâ olursa, açıp bakacağım ve işte bundan dolayı diye şirazemi hizalayacağım bir öğreti bırakayım geride. Yani bu yazının muhattabı, yarınki beytullah. Zaten içinde dünün beytullahı var. (Benim adım çok güzemiş ya, yazarken farkettim.)

Gel konuyu tee en başa saralım. 3 yaşımdayım.
O zamanlar 5 yaşındaki abisiyle yaramazlık peşinde koşan, kâh kafasını kuma gömüp annesinden sopa yiyen kâh bahçedeki hortumu lime lime dilimledikten sonra istiflerken babasına yakalanıpta kaçacak bir delik arayan (çoğu zaman bulamayan), Kafka’yı duysa tahta diye anlayacak ama her sabah babası namazdan gelince kalktığında onun haşere gibi uyanma ütopyasını gerçekleyecek (gerçekten gerçekleyecek) tombul yanaklı, poğça suratlı, su bazlı, az nazlı, gülen bir velettim. Şimdi niye buraya geldik? Çünkü hikayemin aslı buradan başlıyor. Bir sabah, saat dokuza gelmek için üç dakika daha sabretmek zorunda kaldığı anda o elim kaza anı yaşanıyor. Şöyle ki, zamanlamam doğru. Çünkü bizim evde kahvaltılar dokuzda yapılırdı. Hem, bazı felaket anları vardır. Beyin nereye odaklanacağını bilememiştir ve lüzumsuz gibi görünen detaylar bir anda zamanın akışıklığının donmasıyla orada hapsedilmiştir. Mesela anneme, duvarlar yeşil miydi diyorum, evet diyor. Perdeler bordo muydu diyorum, evet diyor. Televizyon sehpasının altında biblo koyduğun bir boşluk vardı di mi diyorum, evet diyor. Hani kadınların, arasına kumaş koyup da nakış dokuduğu yuvarlak kasnaklar vardır. Küçük bi kopça yardımıyla kolayca gevşetilir ve kumaş kasnağa kıstırılır. Sonra klips kapatılır ve nakışa devam edilir. Annem, el işine meraklı olduğu sıralarda köyde dikiş kursu açılıyor ve o da bir heves kursa başlıyor, tabii olarak o kasnaktan ediniyor. Ben ise tam o bahsettiğim kahvaltı evvelsi zamanda o kasnağı duvara atıyorum ve duvardan sağ gözüme sekiyor. ÇAT! Korneam akıyor. Olayın vahametiyle pek bir şey anlaşılamıyor tabi. Tetkikler sonucu doktorlar tarafından görme kaybım olduğu ve gözümün artık fonksiyonunu yerine getiremeyeceği söyleniyor ancak kornea naklinin mümkün olduğu ve beklenirse uygun naklin bulunabileceği telkin ediliyor. Bir müddet Bursa’da Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesinde yatıyorum, sonra İstanbul Kartal Eğitim Araştırma Hastanesi’nde uygun organın bulunduğu haberi geliyor. Babamla apar topar İstanbul’a gidiyoruz, canım babam, naklin gerçekleşebilmesi için gerekli işlemler gerçekleşiyor ve nakil sağlanıyor. Görüyorum! Allah’ım, iki gözüm aynı anda iki gözü iki çeşme babamı görüyor! Canım babam. Tabi bu süreç esnasında ben 4 yaşıma giriyorum. Yani sana özetin özetini anlatıyorum. Gel zaman git zaman, babam gözün görüşünde, irisin duruşunda, beynimin bakışında işler yolunda gidiyor mu diye kontrol amacıyla beni tekrar İstanbul’a getiriyor. Canım babam. Bu muayene esnasında pek kıymetli doktor bey göz kapağımı kaldırmak amacıyla gözüme, kendince elleriyle temizleyip steril ettiği bir çubuk sokuyor. Ancak elinde bulunan mikrop gözüme bulaşıyor ve akşama doğru gözüm şişmeye başlıyor. PAT! Doktor hatasından nakil yalan oluyor! (Tıpta Ctrl+Z gibi bi fonksiyon tuşu da yok tabi.) Üstelik bu kez geri dönüşü olmayan bir yola girmek zorunda kalınıyor ve mecburen gözümün görmeyi sağlayan damarları alınıyor. Yalnızca gözyaşı bezlerini besleyen damarlar bırakılıyor. Neden çünkü bi ömür ağlayabilmem için… Şaka şaka, ağlayamıyorum ben pek. Şimdi o gözümün yerinde protez göz var. Bir eksiklik yaşıyor muyum diye soracaksan, görme kaybından yana bir sorunum yok. Yalnızca iki gözü birden bir insan, boynunu çevirmeden, sadece gözlerini oynatarak 200-210⁰ gibi alanı görebiliyorken, bendeyse, tek gözümle 120-130⁰ gibi bir orana tekâbül ediyor. Zaten kapalı kızlarda da 160-170⁰’ye filan tekabül ediyor. (eheheh çok komik.) Heh, şimdi bunu niye anlattım.

Yaşı ne olursa olsun, başına gelen her olay insanın kaderinde sıvışacak bir gedik açmaya muktedir. Yani başımıza gelen iyi ya da kötü olaylar, kendi hayat planımızı şekillendirirken ister istemez bizi etkiliyor. İşin evrimsel aşamasına bakınca, şöyle bir seleksiyon ortaya çıkıyor. Damarları alınan gözümün görme sinirleri gören gözüme doğru kaymaya başlıyor ve zamanla onun görüşünü daha da keskinleştiriyor. Şöyle ki, kazadan çok sonra yaptırdığımız kontrolde doktor görme yetimin %140 civarında olduğunu tespit etti. Canım Allah, bi yerden alıyor, diğerine veriyor. Neden? Arkasındaki kudreti anlayıp şükredeyim diye. Üniversiteye başladığım ilk yıl çok derin bir istekle fotoğraf makinesi alıp, onu görmeyen gözümün yerine koydum. Yani sağ gözümün yerini, fotoğraf makinem ihtiva ediyor. Hem, elhamdülillah, ben görünmeyeni görebilmekle müşerref kılınmışım. Değil mi ki, “Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.” Kaderimi kalemiyle doğrultan Allah’a hamd-ü senâlar olsun.

Peki yazının başlığıyla bu olayı anlatmamın ne alakası var? Ben o küçük yaşlarda hep doktor olup, gözü görmeyen çocukları iyileştirmek ve kendi gözümü tedavi etmek hayali kurardım. Doktorlara itimadım kalmamış belli ki. Ama, Allah kaderime küsmeme kayıtsız kalmadı ve beni dünyanın en güzel doktoru ve hemşiresiyle dost kıldı. İdrak ettim ki, aslında sırtımı sıvazlayıp, küsme, al sana dünyanın en yoldaşları dedi. Canım betüş ruhum sena. Hem şâfi ismi kendine münhasır Mevlam da buyuruyor ki: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, müminlere bir hidayet ve rahmet geldi.” Yûnus Suresi, 57. Ayet.

Galiba en uzun yazımı yazıyorum, şuan 974. kelime.

Bir ara, galiba 5. sınıfta, ufak bir dönem de olsa, öğretmen olmak istiyordum. Ama ilkokul öğretmenimin azarıyla bundan vazgeçmek zorunda kaldım, hebâ olmamı istemiyordu. Zaten kısa sürmüştü bu heves.
Küçükken umut vaad ediyordum.

Zaman geçip yaşımı aldıkça kendime ait bir yer sıkıntısı baş göstermeye başladı. Yani ortaokul yıllarımda. Çocukluğum dünyanın en güzel evinin bahçesinde geçti. O bahçeye futbol sahası da sığdı, salıncak da. Erik dalına da kondum, incir ağacına da. Upuzun duvarın üstünde de yalınayak yürüdüm, çamuruna battığım toprağın ısırgan otları arasında da. Çocukluğum en büyük sermayem, ailem en büyük servetim. Canım Allah. Lâkin bu bahsettiğim yarı ergin yıllar ve yavaş yavaş hazırlanmam gereken sınavların yaklaşmasıyla, 80 metrekare evimizde kendime ait bir yer bulamama sıkıntım başladı. Zaten dar olan odaların içinde dip dibeydik ve birimizin çıtırtısı başkasının çatırtısı oluyordu. Abim nispeten rahattı, evdeki misafir odasını kendine parselleyebilmişti. Ben öyle değildim, televizyon olan odada çalışmak mecburiyetindeydim. Çalışmıyordum tabi, Aliye’yi izliyordum annemle beraber. (zalim Sinan.) Annem kızıyordu, çalış diyordu. Ben nasıl çalışsaydım ki orada? Hem görüyordum, komşu çocuklarının kendine ait odası vardı. Duvarlarında resimler vardı. İstedikleri renge boyanmıştı. Benim odam yoktu ki, ben nasıl çalışsaydım. Kendime ait bir odam olmayışından kendime kocaman bir ev yapmaya karar verdim. Mimarlık okumak isteyişim de tam olarak olarak bu psikolojiye binaen olmuş olsa gerek. (İyi evi yakmamışım.) Ayrıca yapıların teknik detayları küçük yaşlarda da ilgimi çekiyordu. Aslında teknik detayı olan her şey ilgimi çekiyordu. Liseyi Anadolu Lisesi’nde okudum. Ömrün en ziyan yılları. Muhtevasına girmeyeceğim. Derslerim uzun bir dönem hiç iyi olmadı. Bi süre sonra idare etmeye başladı. Ama bu başarısızlığın hepsinin müsebbibi ben değildim. Hiç ilgim olmayan derslerle çok boş zaman kaybettirdiler. Çok ilgimin olduğu şeylere olan hevesimi söndürdüler. Hocalarımın pek azı öğrencisine değer veren insanlardı. Bahsettiğim, çocukluğumun umut vaat eden potansiyeli kıymetsiz ellerde sersefil oldu, gitti. Kendime kızdığımsa, o yılları çok az okuyarak geçirmiş olduğumdur. Yine de iyi toparladım sanıyorum. Mimarlık bahsini kapatayım, ÖSS’de matematikten 30/7, geometriden 22/4, fizikten 20/6 yapıp 86.857. sıradan tercih etme hakkı kazandım. Böylece bilgisayarımın masaüstünde bulunan İTÜ Taşkışla Kampüsü fotoğrafını da daha fazla ekranda bulundurmama gerek kalmadı. Son bir şey, birinci sınıfa başladığım yıl oda arkadaşım da Mimarlık birinci sınıfa başlıyordu. Okulun ilk haftası hocaları eline bir kağıt tutuşturdular, onu kırtasiyeye yolladılar. Akşam elinde klasörler ve sürüyle malzemeyle odaya girdi. O gün burkulan hevesimi ve dolan gözlerimin sancısını ömür boyu unutamayacağım sanıyorum...

Az evvel bahsettiğim sonuçların ardından tekrar sınava hazırlanmak istedim. Annem istemedi. Çünkü bir yıl kaybetsem de bundan çok da fazlasını yapamayacağımı biliyordu. Neden, çünkü canım annem. Çalışmayacağımı biliyordu. İyi ki dinlemişim sözünü, gerçekten çalışmazmışım. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum çünkü ders çalışmayı sevmediğimi çok sonra farkettim. Az evvel bahsettiğim, yanlış ellerde işlenme durumu, kendimi çok geç keşfetmeme sebep oldu. Hatta sonradan farkettim ki, bir şey olmak için bir şey okumak gerekmiyormuş. Çünkü bizim tek büyük meselemiz insan olmak ve kendimizi onun için yetiştirmekmiş. Mesela bir insan gıda mühendisliği okursa, gıda mühendisi diploması almaya hak kazanmış olur. Ancak gıda mühendisi olmaz. Bunun için gıda mühendisi bilinci edinmiş olmak gerekir. Yani insan bir bölümü bitirmeyip de o konuda bilinç geliştirip, o konuyu hayatına ikmal edebilir. Yani bilinçli bir gıda tüketimi-üretimi sürecine hakim olmak için doğru kitapları okursa, bu tecrübeyi kazanmış olur. Mimarlıkla aramdaki mesafeyi de tıpkı bu yolla kapamaya karar verdim ve kendimce kısmen başarılı oldum. Tabiki bir mimarın yetişirken verdiği emeğin çok azını verdim ama kendimce Allah’ın mimar yönünü keşfederek aslında tam da o bilince sahip olmayı, o bilinçle Allah’ın ne anlatmaya çalıştığını anlama gayreti içine girdim. Neden? Çünkü ayette “Dünya hareketiyle, okyanuslar dalgalarıyla insanları sarsmasınlar diye, yeryüzünde sapasağlam dağlar yerleştirdik. Doğru hareket etsinler, şaşırmadan varacakları yere varsınlar diye, o yeryüzünde yollar ve geçitler meydana getirdik. Enbiya Suresi, 31. Ayet. buyurulmuşsa, bunda Kuran’dan idrake yansıyan bir şuur olmalı ve o okyanusların, dağların, geçitlerin oraya koyulmasıyla Allah bize bir şey izah etmek istiyor olmalı. Hebâ edilen bunca şeyin içinde bari hevesimin götürdüğü yerleri doğru değerlendireyim istedim.Turgut Cansever’in Kubbeyi Yere Koymamak kitabı, bana dünyanın güzel olduğunu ve güzelleştirmenin de ödevim olduğunu zihnime yerleştirmeme sebep olan kitaptır. Dedim ya, merak devrimcinin hazırlığıdır.

Çok uzadı, çok sıkıldın. Hakkını helal et, az kaldı.

2011 senesi. Az olan tercihlerimden istediğim yerin tuttuğu yıl. 2016 yılının ekim ayının son günlerinden o yıla doğru bakıyorum da, çok şükrediyorum Allah’a. Çünkü kendimi ve O’nu keşfetmemin sebebi, o yıl yaptığım tercihti.
Aslında dıştan bakınca içinde çok fazla bilinmezin olduğu, ne işe yarayacağı belli olmayan bir bölümmüş gibi. Ama hiç öyle değilmiş. Galiba biraz evvel bahsettiğim o bilincin gelişmesiyle alakalı bir durum bu. Şöyle ki, olaylar bir şeylere vesile oluyor. Ben, içeriğini bilmediğim bir bölümle dünyanın nasıl güzel bir yer olduğunu keşfettim. Şöyle ki, yaratılış gayemin ne olduğunu öğrendim. Neden buradayım, Rabb’ime karşı sorumluluklarım neler, neden doğru düzgün arkadaşlarım olmalı. Kısacası sorgulamayı öğrendim. Pek de bilerek yapmadığım tercihin sonucu olarak, acaba Allah beni bu üniversiteye yerleştirip bu bölümün diplomasıyla ne anlatmak istiyor diye düşündüm. Her şeyde neyi anlatmak istiyorsa onu anlatmak istediğini farkettim. Yani, kainatın yaratılışındaki güzelliği görüp, ince ince dokunan nakışların arkasındaki ilmek ilmek detayları fark edip, bunu yalnızca her şeye hakim bir kudretin yapabileceğini ve yalnızca bunu görüp ona şükretmek için yaratıldığımı anlatmak istiyordu. Malzeme bilimi; malzemelerin üretim, mikroyapı ve performans özelliklerini istenilen durumlara göre elde etmeyi sağlayan bilim dalıdır. Yani her çeşit malzemenin üretiminden, bu bilim dalı sorumludur. Bunu yapan kişiye de malzeme mühendisi denir. Benim işimse malzemelerin içerisindeki uyumu, düzeni, ahengi, kafiyeyi, tonlamayı, tınlamayı, çınlamayı, kontrastı, hissiyatı, muhteviyatı, vahdaniyeti bilip görüp bulup, onun ardındaki Rabb hikmetini keşfetmek. Basit bir örnek vereyim. Çeliğin içerisinde demir ve karbon atomları bulunur. Saf demir çok kırılgandır, çünkü içerisine yerleştiği kafesin büyük çoğunluğu boştur. Bu yüzden bu kafes içerisine karbon atomları difüze edilir ve karbonun yapıyı daha da güçlendirmesi sağlanır. Ve bu yapı içerisinde sürekli tekrar eden bir düzene göre yapılır, bunlara hacim merkezli kübik yapı ya da yüzey merkezli kübik yapı adı verilir. Yani her bir demir ve karbon atomu, kendilerini yaratan kudretten aldıkları emirle hiç şaşmadan doğru adreslere yerleşirler. Yapılan mikroskobik analizlerle de bu yerleşimin doğruluğu tam olarak saptanır, içerikte bulunan atomlar tespit edilebilir.  Peki bunun Rabb’le ne ilgisi var? Şöyle ki, bir resim yapsak. Bu resmi sadece biz yapabiliyor olsak. Bu marifetin bizde olduğunu çoğu kimse bilse. Ve bunu ona bakan herkes görse. Ama bilmeyenler resme bakıp, acaba bunu kim yapmış diye sorsalar. Resimde, onu yapanın, yani bizim eserimiz olduğuna dair imza olmalı. Çünkü sanatlı bir eser, sanatkarını icab eder. Yani bilmeyen kimseye kendi maharetini bildirmek ister. O atomlar aynen böyle, bize kendi arkalarındaki maharetli eli gösterip, kendisinin beklediği şükrü îfâ etmemiz için orada dizililer. Yani biz Allah’ı yalnızca mescidde değil, gördüğümüz, dokunduğumuz, dinlediğimiz, kokladığımız, hissettiğimiz her yerde, her şeyde, herkeste aramakla ve hayret edip tefekküre açılan yolları bulmakla mükellef kullarız. Çok defa hoca tahtada ders anlatırken, ben içimden hayretler sıralayıp edip subhanallah diyorum.


Velhasıl kelam, beytullah, canısı, sevgili ben. Beş yıl öncesinden bugünü yorumladım sana. Geriye dönüp bakarsan ne kaybettiğini de ne kaydettiğini de biliyorsun artık. Şükürler olsun Allah’a, sana seni ve kendini keşfettirip tefekküre, tevekküle ve teşekküre iten bir Allah ağrın var. Bunun kıymetini bil, buna ortak bul, bunu iyi kullan.

Şükürler olsun ki, hepimizin, bizi kendine yakın eden bir Allah ağrımız var. 
Elhamdülillahi alâ külli hâl.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder