Çarşamba, Ekim 19, 2016

allah ağrısı.

Bismillahirrahmanirrahim.
”Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz oçok zalimdir, çok cahildir."
Ahzâb Suresi, 73. Ayet.

Çok içlendim blog, çok yazamayacağım.
Bütün gün İstanbul’da dolandım durdum, üşüdüm. Yağmur benden yağsaydı, kana kana çiseleseydim. Öyle kurak ki içim, o ucu bucağı olmayan düşmekten öyle hırpalanıyorumki. Kendimi hebâ etmekten endişeleniyorum. Allah’ım, ağlamak ne büyük lütuf. Bir yerlerde bir şey sancıyor, neye üzüleceğimi bilmiyorum. Bu beni ürkütüyor, hissizleşmekten korkuyorum. Öyle zamanlar oluyor ki aklımdan herhangi bir düşünce geçmiyor. Neye fikir yoracağımı dahi bilmiyorum. Hep bir şeyi bir yerde unutmuşum sanıyorum, halbuki öyle olmuyor. Bugün kendimi dile getirdim satır satır, Allah ağrımı okudum sayfa sayfa. Allah’ım, kitaplar ne büyük nimet. Aklından geçeni, içinden geçeni gnlünden geçeni söylüyor sana harf harf, kelime kelime, satır satır, sayfalarca... Üşenmeden hepsini yazacağım. Ayşenur, ömrünün patikaları Allah'ın düzlükleriyle kesişsin emi abim.
“İnsan hayatında en sürekli hâdise ıztıraptır. Bir mânada insanın bütün hareketleri, ıztıraptan korunmak için yapılan hamlelerdir. Halbuki ıztırap insanın en derininden çıkıyor. O, ruh yapısının en derin tabakalarını sarsacak kadar şiddetli darbelerin eseridir. İnsan kendi iç yapısını tanımaktan, bizzat kendisi ile karşılaşmaktan korkuyor; hayatının her safhasında başka bir tarzda kendisinden kaçıyor. Iztırap, sadmesinin şiddeti ile, içimize kapatıp her tarafını yabancılarla sımsıkı örttüğümüz asıl varlığımızı, bizden gizlenen bizi ortaya çıkartıyor ve bizi geçici hazlar ve yabancı kuvvetlerle bilenen haldeki irademizin karşısına koyuyor. Bu asıl bizim, bu suni bizim yüklendiği vehimler ve benliğimizi hiçbir zaman doyurmadıkları halde ona sürekli musallat olan isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilişini yaşatıyor. Lâkin bu eziliş, onun dirilişi, onun ayaklanması, onun bizdeki yabancıya meydan okuması ile sonuçlanıyor. Böylelikle dıştaki kabuk parçalanmış oluyor ve bizde gizlenen gerçek bir hayata kavuşuyor.
Iztırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi karşılanması kalbin şaheseridir. Her şeyi kaybetmede en büyük kazancı arayan kalp, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira “sevilen kaybedildiği zaman ruh göklere yükselir.” Izdırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya kabiliyetli kudreti, insanı insanların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla bir şey değildir. Hem de bu en büyük cesarettir. Denizlerin ortasında kaldığı halde altındaki tekneyi ve kürekleri de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı gerçekte aklın kabul etmeyeceği cesarettir. Lâkin o, ıztırabın en ufak sadakasıdır. Iztırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini bilmese bile, herşeyi feda etmemek elinde değildir. Iztırap, insanın en çok sevdiği varlıktır. İnsan ıztırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın koptuğunu duyuyoruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor. Iztırapların hatırası kadar canlı ve onlar kadar geçmiş hayatımıza mâna verebilen hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize en derinden bağlanan ıztırabın eserleridir. Iztırap çekmek varlığımızın çok derinlerine gömülü ince bir kılıcı oradan çekip çıkarmak gibi tahammülü zor bir hâdisedir. Lâkin onu çıkarmakla asıl benliğimizi elde ediyoruz. Onda bir kavuşma ve vuslatla beraber bir ölüm ve sayısız kayıplar bulunuyor. Suni benliğimizin isteklerini feda ederken derinlerdeki gerçek benliğimize kavuşuyoruz; onunla tanıdığımız hakikattir. Musset’nin dediği gibi “İnsan bir çıraktır, ıztırap onun üstadıdır ve hiç kimse ıztırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.” Böylece ıztırapta, bir ölümle bir doğum aynı anda, aynı ruhta birleşiyorlar. Kolay bir ölümle çok ağır bir doğum.
Iztırabı yaratan ulvî ve içtimaî engelleri birer birer ortadan kaldıran insan, yok oluyor. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen hazlar, önce şuuru uyuşturuyor, sonra kalbi harap ediyorlar; sonunda iradenin engelleri aşan gücünü yok ediyorlar; insan diye ortada kalan varlığın, sade hazlarını devşiren otomatik bir yapıdan farkı kalmıyor. Düşüncenin azameti ile iradenin sonsuzluğa götüren gücünü hazırlayan ıztıraptır. İnsanın verici ve yaşatıcı kuvvetinin kaynağı ondadır. Iztırabın yaratıcılığı, İsa’nın son nefesinden çıkarak insanlığa yayılan asırların tüketemediği hayat aşkıdır. Çok kere ölümü de unutturan hayat aşkımızın hedefi bütün varlıkların ıztırabını çekmektir. Her verliğin yanında yaşayarak herşeyin ıztırabını çekmekten bir türlü doymuyoruz. Varlıkla ilk ve kendi kendimizi aldatan temas, zevk verici oluyor. Ancak irade, zevkin temas ettiği noktayı derinleştirip kazıyarak aynı yerde elem çukuru açıyor ve orada uçsuz bucaksız acıları tatmaktan doymuyor. Her zevkin sonu elem oluyor ve insan zevki sadece tadıyor, lâkin acıyı sömürüyor.
İnsanlığın büyük hareketlerini yaratan ıztıraptır. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak nedeniyetler ıztırabın şaheserleridir. Peygamberler ümmetlerinin ıztırabını yüklenerek kurtuluş vaadini Allah’tan getiren büyük muztariplerdir. büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Akif’e, Fuzulî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta ilâhî imtiyaz, onların en büyük ıztıraplarıdır. Iztırap, hepsinin yaratıcılıklarının dokunulmaz berâtıdır sanki.
Iztırap, hayatımızda en umumi hâdisedir. İnsan kendinde iradenin varlığını hissettiği anda bilinmez bir varlığın ıztırabını hissediyor gibidir. Denebilir ki, istemek ıztırap çekmektir. Kâinatta ilk olan kuvvet, insanda ıztırap halinde gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur, ıztırabın hâlesi ile kuşatılmış bulunuyor. Önce ıztırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve düşünceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ıztırabımızı unutuyoruz. Bu bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzaklaşıyoruz. Büsbütün kendi dışımıza çıktığımız zaman “mesuduz!” diyoruz. Ancak bu bir anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtuluş olmuyor. Eğer o sürekli olursa insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bizi derhal kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ıztırabın kucağına fırlatıyor. Neticede kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın kucağına sığınalım. Halbuki, o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş, eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten, ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları, duyuları bir zaman için oyalıyabiliyor. Sadece birer maskeden ibaret olan bu doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği pusu kurmuştur. Yokluğun içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen bölüyor ve küçültüyorlar. Kalp daralıyor, yaratıcılığın kaynakları kuruyor ve insan bunların kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına yapışarak bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, denizlerde çırpınan zavallının haline geliyor. Iztırap, ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir. İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor. Lâkin bütün bu istediklerinin birleşerek gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ıztırabı seçmesi gerekiyor. 

Birçokları, kendilerine ilâhî lûtuf olan ıztırabı değerlendirmeyip varlıklarından iterek kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu, yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafî ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden hayatları içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan azabından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca onunla sarılıp kucaklaşır gibi ıztıraplarına sarılarak onu kutsallaştırabilenler, ebedî hayatlarına dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyenlerden Yunus din velisi, Fuzulî aşk kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Âkif millet velisi oldular. Iztıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza koşmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Iztırap, telkinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettikleri kalbi, ıztıraptan başka ne tedavi edebilir?  Geçirilmiş bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ıztırapsız yapılan dua şarlatanlıktır. Iztırap, harfsiz, sözsüz, sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mâzi ve mekân ile, sonsuzlukla konuşabilenler vardır ve onun belâgati bizim zâhir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhî varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir.” 
Nurettin Topçu. Hareket, IV/72, Aralık 1971.
Allah’ım, hiç çıkmasın ağrın üzerimden, dünyadayken sana erişebilenlerden olabilmek için. Amin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder