Cuma, Şubat 10, 2017

kontrast. ihtidâ.

Bismillahirrahmanirrahim.

"Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ökçeleriniz üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır."
Âl-i İmran Suresi, 144. Ayet.

Selamun aleyküm. Ben geldim canımın çiçeği, dilimin ilacı, gözümün nûru(sağ) blogum.


Arayı açtığımı düşünebilirsin ama yanıldığını belirtmekle söze başlamak isterim, zira geçen haftaki yazımı yalnızca bir kişiye neşretmeyi uygun gördüm. Çünkü konu başlığı 'sır'dı ve bunu yalnızca bu sırra vâkıf olan bir dostla paylaşmak istedim. Burayı kimler okuyor, kimler görüyor, kimler bakıyor, kimler bakmakla görmek arasındaki ince farkı farkedebiliyor bilmiyorum. Bilirsin, insan sırrını herkese emanet edemez. Hatta yeri gelir, insanın gözünün önüne koyar ama görmeyi bilmeyen göremez. Mesela Allahu Teâla "Ve Ay, kurumuş hurma salkımı dalı gibi bir şekil (bedir şeklinden hilâl) haline dönünceye kadar ona menziller takdir ettik.” Yâsin Suresi, 39. buyurarak görünenle gerçeğin arasındaki sırrı tefekküre ve tevekküle erdirecek şuuru insanoğluna takdim ediyor. Elhamdülillah, baktığımızı görmeyi nasip edene. 

Malumun, pek karamsar ruh hallerinden, çok koyu gölgelerden, epey puslu sislerden, siyaha yakın grilerden aştım da geldim. Aştım diyorum, çünkü belirsizliğin pek çoğunu atlattım. Ama zorlandım, bi ara isyana bile yaklaştım. Aslında tam da bu yüzden yazının adına karar veremedim, iki ayrı başlık attım. Önce kendi ihtidâmı anlatacağım, sonra bilincimizde bilinçsiz bi şekilde oluşturduğumuz kontrastlara takılacağım. Elhamdülillah, şimdiki yaşıma kadar bu gibi pek çok merhaleden Rabbin hikmetine deliller bulacak payeleri aşarak çıkmak nasip oldu. Birbirinin aynı gibi görünen olaylardan hep aynı yerde takıldığımı düşünüp hep başa döndüğümü sanarak tökezlemek yerine, her olaydan kendine has bir sonuç çıkarıp tefekkürümü çoğaltacak deliller bulabildim. Yani şüpheyi bir el feneri gibi kullanıp, aslında varlığını henüz inkişaf edemediğim şeyleri keşfedecek bilinçle kullandım. Bunu becerebilmemin sebebi, Rabbimin bana daha evvel üstesinden gelebilmemi nasip ettiği hadiselerde edindiğim tecrübeler oldu, şükürler olsun. Çünkü ne zaman Yûnus Aleyhisselâm gibi “Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş, deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette” 1. Lema. kaldımsa hep “Allah’ım! Sen’den başka ilâh yoktur. Sen, her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi-ortağı bulunmaktan mutlak münezzehsin. Ben, gerçekten kendine yazık edenlerden oldum!” Enbiyâ Sûresi, 87. ayetiyle aczimi Allah’a havale edip, beni sıkan maddi tüm külfetleri onun yardımıyla aşıp, “Acaba Allah bana bunları yaşatarak bana ne anlatmak istemiş olabilir?” sorusunu kendime sorduğumda Allah’ın kudretine ve kulunun elinden tutacağına dair imanımın yekûnunu artıracak deliller bulacağımı biliyordum. Yani göz görmekte ve yol yürümekte idi, yazının başında yazdığım ayette geçen ökçe kelimesinde de ayakkabı topuğunu izah eden deliller buldum. Biliyorum ki yaşamım boyunca bu dertler hiç bitmeyecek ve her kesinlik sonunda yeni bir belirsizliğe kapı açacak. Ben her rahat halimde yeni gelen derde şekvâda bulunacağım ve her yeni belirsizlikte tedirgin olacağım. Babı Aziz’in anlattığı hikayedeki gibi gelecek adına evhamlanıp duracağım:


"Anasının rahmindeki bir çocuğu düşün. Ona deseler ki, "dışarıda mavi bir gökyüzü, dağlar tepeler, sımsıcak bir güneş, ovalar, ağaçlar, yüce denizler, başka başka insanlra, şehirler var, senin içinde olduğun bir karanlıktır", doğmumış çocuk bunlara inanır mı? İnanmaz tabi ki, kendi karanlığında kalmak ister. Aynı bunu gibi bilmeyen, inanmayan insan korkar ölümden.” Bab-ı Azîz, Nacer Khemir.


Müslüman bir coğrafyada yaşamanın müspet olduğu kadar, menfî sonuçları da var. "Şüphe yok ki, Allah katında hak din İslam’dır.” Al-i İmran Suresi, 19. kelamının içerisine doğmuş olmak, yani dini sorgulama gereği duymadan ya da cevaplarına ihtiyaç duyduğum soruları bulmadan İslam’a tâbi olmanın getirisi olduğu kadar götürüsü de var. Mesela keyfimizce mahşer gününe dair çan eğrisi oluşturup, huyunu beğenmediğimiz insanları eğrinin altına doldurup, kendimizi de bu mücadeleden hep muzaffer çıkacak konuma yerleştiriyoruz. Yani komşumuzun günahıyla kendimizi akladığımızı sanıyoruz. Kalpleri elinde tutan Allah’ın terazisini kendi kıyasımıza göre kurup, onu, haşa, kendi elimizde tutup, kafamızdaki kıstaslarımıza uyacak şekilde adaleti dağıtıyoruz. Bu yalnızca yapmakla değil, bilmekle de üreyen bir ukalalığa dönüşüyor.


Mesela Kuran’ı Kerim’deki müspet ayetleri üzerimize alınıyoruz da: "Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, ken- dilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar Rab’lerinden (gelen) bir doğruyol üzeredir ler ve kurtuluşa erenler de işte onlardır.” Bakara Suresi, 2-5., menfî ayetlerle sanki başkaları muhattap olmak zorundaymış gibi: "Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır. İnsanlardan, inanmadıkları hâlde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık” diyenler de vardır. Bunlar Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir. Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.” Bakara Suresi, 6-10. ayetlerini kulak ardı ediyoruz. Yani Kuran’la muhattap olurken bile, bu ayet benim için yazılmamış deyip, kendimizce günahımızı bağışlıyoruz.


Ya da bir şeyi bilmekle yapmak arasındaki farkı göremeyip, 1. Söz’de zikredilen Bismillâh” her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nef- sim! Şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisân-ı hâl ile vird-i zebânıdır.” "Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah nâmına ver.. Allah nâmına al.. Allah nâmına başla.. Allah nâmına işle.. vesselâm.” hakikatini bildiğimiz için alim sayıyoruz. Yani besmele’nin manasını ve ehemmiyetini bilmekle, mana ve ehemmiyeti hayatımıza tatbik etmeyi birbirine karıştırıyoruz. 


En fenası, bizden evvel yaşayanların yanılgılarından ders almayıp, ömrünü selametle tüketenlerin bile son nefeste imansız gidebileceğini duymazdan geliveriyoruz. Çünkü kuluz ve sonsuzu sevmeye ayarlı bir kalple sonu olan bir dünya hayatını yaşamak bize elem veriyor, bu yüzden kendimize sunî avuntular arıyoruz. Cevapların sorularını aramıyoruz, soruların cevaplarına kulak vermiyoruz. İnsanız, nisyanız ve unutuyoruz. Halbuki yaşadığımız tüm ıztırap verici hadiseler, Rabbimizden bize ölümü ve dünya hayatının boşluğunu, nahoşluğu, sarhoşluğunu gösteren ikazları ifade ediyor. “Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve iki dudak, ona iki yolu (hak ve bâtıl) gösterdik.” Beled Suresi, 8-10. ayetlerinde açıkça izah ediyor. Verdiğim emanetlere hakkıyla riayet etmeniz için uyacağınız yol “İman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine acımayı öğütleyenlerden olmaktır.” Beled Suresi, 17. deyip de bizi uyarıyor.
Belki biraz fazla didaktik yazıyorum ama bağışlayın. Çünkü kızgınım. Çünkü çağın vebası, kimse üretmiyor. İnsanlar güzel olduğunu sandığı acıları değerlendirmenin peşinde. Tanpınar’ın söylediği: en güzel acı benim olsun ama hiç canım da yanmasın derdinde. Okumuyor ve hakikatin peşinden gitmiyor. Okuduğunu hayatına tatbik etmiyor. Kendisinde bir sırrın var olduğunu zannediyor ama sorunca anlatamıyor, çünkü varoluş ıztırabının esamesi yok içinde. Her şeyin sürekli kendini tekrar ettiğini sanıyor. Allah’ı aramaktan habersiz, "Onların bu dünya hayatında harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendileri, kendilerine zulmediyorlar." Al-i İmran Suresi, 117. buyurulduğu gibi bir o yana bir bu yana savrulup kendilerine zulmediyorlar. 


Kendi ihtidamı yaşadığım zaman 18. yaşımda, henüz üniversiteye yeni başlamış tazecik bir gençtim. Henüz hazırlıktaydım. Bir bahar günü, balkonda kitabımı okurken şu ayetin mealiyle karşılaştım ve daha sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Seni insanlara peygamber gönderdik, şahid olarak Allah yeter." Nisâ Suresi, 79. O an aklıma gelen ilk şey, başıma gelenlere tevekkül de etsem, isyan da etsem, Allah’ın külli iradesiyle yazdığı kaderimin değişmeyeceği oldu. Yani ben İslam dinine, yani Allah’ın buyruklarına uyarak yalnızca bakış açımı değiştirebilir ve başıma gelenlerde Rıza-yı İlahî’nin kudretini görebilirdim. Bunu da benliğimden feragat ederek başarabilirdim, çünkü mutlak teslimiyet kulun Rabbi karşısında kül olmasıyla başlıyordu. Bu ayetle muhattap olduktan sonra hayata karşı işlediğim tüm suçların sorumluluklarını üzerime aldım ve çabamı kendimi ıslah etmek için değerlendirmeye harcadım. Bir dosta olan sevgimin çoğaldığını nereden anlıyorum biliyor musunuz. Onunla konuşurken aklıma yepyeni kelimeler geldiğinde. O vakitler Allah'la aramdaki bağı kuvvetlendirmek için yeni ayetler ezberliyordum, namazda okumak için can atıyordum. Göğsüm genişliyordu. Muhabbetin hatrına dönüyordu dünya. Sonradan algılarım daha da açılmaya başladı ve görüşüm genişledi. Farkettim ki, acziyetimiz olmasaydı Allah’a yalvaracak sebebimiz olmayacaktı. Doğmak ölmeye başlamaktır ve Allah’ın rızasıyla azabı arasında yürüdüğümüz, umut ile korkunun gergefinde işlediğimiz bir nakış aslında. Yani yaşadığımız bir kontrast farkı değil. Elimizin erdiğini yapmak da vazifemiz, sabretmek de. İbadet etmek görevimiz, ama karşılığını bekleyerek değil. Çünkü biz kuluz ve Rabbimizle herhangi bir pazarlığa girişecek denklikte değiliz. Tam bu yüzden başımıza gelen kötü şeyler bizim elimizden. Bu yüzden;


“Cennet hediyen
Cehennem benim eserim.”
Cahit Zarioğlu, Yaşamak.


Dua etmek, varoluşun keşfidir. Tam da beyne'l-havf ve'r-recâ’nın sınırlarının belirlenişidir. Özgürlük; Rabbin, insan oluşumuz sebebiyle bizi kendine bağlamak için ellerimize, ayaklarımıza, tüm azalarımıza harama ilişmemek ve azaptan uzak tutmak için taktığı prangaların, nefsimizi dizginlemek için irademize verdiği zincirlerin mânâ aleminde sezilmesidir. "Sebepler sadece birer perdedirler.” beyanının ziyadesiyle söylediğidir. “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” Furkan Suresi, 77. ayetinin mealen bildirdiğidir.


“Tanrım, çılgınca aklıma geldi, demek ki varsın. Varlığına deliller var. Bunları bütünüyle unuttum ve hiçbirini arzulamadım hiçbir zaman; çünkü seni kesinlikle bilmek ne büyük sorumluluk olurdu. Ama yine de bana gösteriliyor. Bu, senin zevkindir, bundan hoşlanıyorsun. Keşke her şeye katlanmayı ve hüküm vermemeyi öğrenebilsek. Zor olan şey hangileri? Kerem’inden gelenler hangileri? Bir sen bilirsin, yalnızca sen."
Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge'nin Notları


Bu sefer çok uzattım, hakkınızı helal edin. Yalnız ilk kez sizden bir şey isteyeceğim. Yayımladığım bir yazı ortalama 50-60 görüntüleme alıyor. Kimler açıyor, kimler okuyor bilmiyorum. Size faydası oluyorsa amenna, kimin okuduğunu bilmem de şart değil. Ancak ne üzerine okumak istediğinizi bana yorum yoluyla ya da e-mail vasıtasıyla bildirirseniz (beytullahkurnali@gmail.com) sizin istediğiniz konulara değinmiş olurum. Belki Allah bana sizin vesilenizle kendini başka şekillerde keşfetme lütfu sunar.

"Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:
Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki, “Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccüh ediyor.” Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:
Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde bir şey yoktur” der, kandırır."

Hepimizin Rabbini bulup O’nu keşfetmek, attığı her adımda O’na yönelmek için verilmiş Allah ağrısı var.
Şükür, ağrıları da dermanını da lütuf diye bildiren Rabbimiz var. 
Elhamdülillahialâküllihâl.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder