Salı, Şubat 14, 2017

estağfurullah.

Bismillahirrahmanirrahim.
(Ey Muhammed!) Mûsâ’ya o emri verdiğimiz zaman sen (vadinin) batı tarafında değildin. (O olayı) görenlerden de değildin. Fakat biz(Mûsâ’dan sonra) birçok nesiller meydana getirdik. Üzerlerinden uzun çağlar geçti. Sen Medyen halkı arasında yaşıyor değildin, âyetlerimizi onlardan okuyup öğreniyor da değildin. Fakat biz (bu haberi) göndereniz.
Kasas Suresi, 44-45. Ayet.


- Canım insan "Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor. Hangi anlamda kullanıyoruz onları?" derken albaya derdini anlatamayacağını tabiyki biliyordu. Anlatılamayan onu kahretmese, yazar mıydı hiç? Biz ilk buluşmada birbirimize "Tutunamayanlar’ı okudun mu?" diye sorup, içimizde kimsenin bilmediği, bizi kendimize saklayan, kelimelerle söylenmeyen "şey"e dokunup dokunamayacağımızı nasıl anlayabilirdik? Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı.


- "Bu "şey"i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, "onun" kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir "şey"e benzetemezler muhakkak. Bu muydu, derler o "şey". Verdiğiyle kalır insan. Ezer, buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu "şey"e. Tarifler, benzetmeler…" Ne güzel kahroluş bu, ne canım insanmış...


Sustular. Kimliklerini birbirinin içinde emanet tuttuklarını hatırlamaları ılık bir sekinet doldurdu içlerine. Gözleri biraz evvel ellerinde karnelerle içeri giren çocuklara takıldı. Kafe şehrin izbe sokaklarından birinde olduğu için sayılı müşterisi vardı. İnsanların kalabalıktan kaçmak için mesken edindiği bir yerdi. Sahibi, hanımının annesinden miras kalan evin alt katını kafeye dönüştürmüş, üst kata da karısıyla beraber yerleşmişti.  Ne olduğunu anlamak için çocukları seyretmeye başladılar. Emekli bir öğretmen olan dükkan sahibinin hanımı, çocukları uygun bir masaya oturtmasını rica etti garsondan. Daha sonra hepsine birer servis açıldı. Çocuklar, yıl sonu müsamerelerine hazırlanmış gibi şık giyinmişti. Parmaklarını pasta vitrinine uzatıp, fısıltıyla birbirlerine laf atıyolardı.


Kız kahvelerini tazelemek için masaya yaklaşan garsona:
- Bu çocuklar kim? diye sordu.
Garson gülümseyerek:
- Bugün on beş tatile çıktı çocuklar. Dükkanın sahibi de karnesini getirenlere pasta ikram edip birer kitap hediye ediyor. Ancak bir şartı var, o da gelen herkesin yanında bir arkadaşını getirmesi. 
- Neden böyle bir şart koşuyor, diye sordu merakla.
- Patronun çocuğu olmamış hiç. Hanımı da yıllarca öğretmenlik yaptığı için çocukların cıvıltısını özlüyormuş.  Ocak ve haziran aylarında gizli bir telaşa kapılıyor ikisi de. Çocukları çok seviyorlar dedi, masadan ayrılırken.


Kız aniden karşısındaki erkeğe dönüp, kaç çocuğun olsun isterdin?, diye sordu.
- Hiç, ben döverim çocukları, diye cevap verdi karşısındaki ciddi bir tavırla.
Kızın irkilen bakışları keyiflendirmiş olacak ki, gülerek devam etti.
- Biz abimle çok yaramazdık. Haşere gibiydik. Anneme etmediğimiz eziyet kalmadı çocukken. O da bize “Sizin çocuğunuz olsun, size de aynısını yapsın inşallah.” diye beddua ederdi hep.  Peşimde böyle bir ah varken, bu riski göze alamam…
Kızın da keyfi yerine gelmişti. 
- Annenden dinleyeceğim ne hikayeler var kim bilir. Eminim onun sohbeti de seninki gibi keyiflidir.
- Estağfurullah. Sen bir de komşularla toplaştıklarında ettikleri muhabbetleri duysan, bu yaşa kadar iyi gelmişsin dersin. Bak mesela; ben beş-altı yaşlarımdayken köye yeni bir bakkal açılmıştı. Oradan aldığım boş kutuları kafama geçirip eve getiriyordum. Evde eskiden tavuk beslediğimiz kümes vardı, kutuları oraya atıyordum. Zamanla içerisi ağzına kadar dolmuştu. Bir gün abimle komşunun oğlu beni oraya kilitlediler. Sonrada gittiler, beni orda unuttular. Ben anne diye bağırırken ağlamaya başlamıştım, sonra yorulmuş olacağım ki kutuların üzerinde uyuyakalmışım. Annem 2-3 saat sonra farkedip çıkarmış beni. Ne travmalarım var geçmişten kalan, bir bilsen, dedi gülerek. 


Kızın yüzünde beliren tebessüm, içi geçmekte olan sobanın etkisini yitirdiği kafeyi yeniden ısıtmıştı. Çocuklar da gelen pastaların heyecanıyla hayli dillenmişlerdi. Öyle ki, önceden çay kaşığı düşse sesi duyulan kafe, birden panayır yerine dönmüştü. Pastaların bazıları meyveli bazılarıysa çikolatalıydı. Bu da çocukların arasında manasız bir rekabete yol açmıştı. Zira herkes arkadaşının önüne konan dilimi küçümsemeye başlamıştı. Yine de bu durumdan memnun gözüken dükkan sahibinin hanımı, çocuklara farklılıkların ayıplanacak bir şey olmadığını, kendisinde olunmayana saygı gösterildiği takdirde insanın zenginleşeceğini öğütlüyordu çocuklara. 


Erkek kıza dönüp;

- Kelimelerin de anlamlarının da belli bir ömrü var, dedi. Mesela küçükken ocak ayı deyince içimiz kıpır kıpır olurdu. Çünkü on beş tatil vardı. Şimdi aralıktan ya da şubattan bir farkı yok. Sanki tedavülden kalkmış da yerine anlamsız bir şeyi koymuşlar. Kelimelere manalarını biz giydiriyoruz. Biz değişince üzerindekileri çıkarıp atıyoruz. Böylece onlar da amaçlarından sıyrılıveriyor, bağlamlarından kopuyorlar. Kavramlar karmaşanın içinde hezeyana uğrayıp savrulup duruyor. 

- Sırtımızdaki yükün değişmesiyle ilgili herhalde, diye cevap verdi kız. O zaman yüklendiğimiz dertlerle şimdi sahiplendiklerimiz bir değil ki. Çocukken karnemizde pekiyi olsun diye uğraşıyorduk, şimdi akşam eve gelip postumuzu koltuğa sermek derdindeyiz. Zaman değişti. Eski yüklerin yerine yenileri geldi. Biz de değiştik, kelimeler de değişti. O kadar şey yaşamışsın, sen de değişmedin mi?

- Değişmek değil de, paye atlamak diyelim. Her hadise bir adım daha attırdı bana. Başımıza gelen hiçbir şey boşuna değildir. Bizim şer bildiklerimizde bile bir hayrı göstermek istemiştir Allah. Tecrübe edinmek masumiyetimi yitirmeme sebep oldu ama ıztırap acıya bağışıklık kazandırdı. Dostoyevski buna hastalık diyor ama “anlamayı" öğrendim. Allah ağrısı çekmesem, bilebilir miydim hiç…

- Ben senin içindeki Allah ağrısını seviyorum. Yaşadığın her şeyi O’na yoruşunu. Her ilişkiden bir sonuç çıkarışını. Allah ağrısı her şeyi kapsıyor; ağrı perdenin görünen tarafı, perdenin arkasındaki ise Allah. 


Dükkan sahibinin hanımı çocuklara duvarın boş olduğunu söyleyip kendilerinden hatıra olarak birer resim yapmalarını istedi. Çocuklar bu teklifi önceden bekliyorlarmış gibi önlerine konulan kağıtları aheste aheste doldurmaya başladılar. Okulda yaptıkları resimlerden alışık oldukları için fikir bulmakta pek de zorlanmıyorlardı. Üstelik kabiliyetliydiler ve kendilerinden beklenmeyecek işler çıkarmaları, dükkan sahibi ile hanımı biraz şaşırtmıştı. Çocuklardan biri karşı masada onlar içeri girerken şaşkın şaşkın bakan genç çiftin resmin yapmaya koyuldu.


- Aşk ne peki? diye sordu kız.
Aşk da bir hastalık gibidir, bakışın daralmasıdır. Her şeye iyi tarafından bakarsın ve maşukunun kötü huyları bile güzel gösterilir. Sihirli olan da budur işte. Zaten bu yüzden ilâhîdir, Allah’ın hediyesidir. Öyle bir şifadır ki, onulmaz yaraları bile kazıyıp atar kalpten. İnsan için zor olan sonsuz sevmeye programlı bir kalple sonu olan bir hayatı yaşamak ıztırabıdır. Biz insanlar hep beşere duyduğumuzu aşk zannediyoruz. Bu yüzden sonu geldiğinde elem duyuyoruz. Ama aşk öyle bir şey değil ki.  O, bu dünyada sonsuzu tatmaya vesile olabilir ancak. Beşere duyulan aşk, ilâhî aşka götüren yolun lokomotifidir. Beşere hissedilen bir yanılsamadır, tecelli edense yalnız Allah’adır. Kalpteki kara delik ne kadar Allah’ın zikriyle dolarsa, yürek o kadar büyür ve artık göğüs kafesine sığmaz. Muhabbette Allah’ın zikri ne kadar geçerse, o kadar sonsuz olur. İnsan bu sevgiyi bir beşere hapsederse, kalp ağrır, kabuğundan çıkıp kafesini kırmak ister. Mecnun’u çöllere düşüren, Ferhat’a dağları deldiren bu işte. Bu yüzden fani olana duyulan sevgi azap verir. Nihayetinde firak muğlak ve muhakkaktır ama bâkî olan sadece Allah’tır. Biz o emanete ayna oluruz, birbirimize hissettiklerimiz de o tecelliden yansıyanlar. Nûr’un sahibi parıl parıl parlarken, biz o ışığın sönük bir parıltısı olabiliriz ancak. Ve ben seninle, o ışığın gürül gürül aktığı pınardan gözümü bir an olsun ayırmamak istiyorum.


Kız, dolu gözlerle baktı erkeğe. Dudağından sessiz bir amin çıktı.

- Yaşadıklarımdan öğüt almasaydım, Allah öğretmeyecekti bana bunları. Beyhude yere savrulup duracaktım. Hergün etrafımızda bir sürü hadise cereyan ediyor ama biz İlâhi kelamla çok az muhattap olduğumuz için geçip gidiyoruz ibret almadan. Yine de bir kısmını görmeyi nasip ediyor, Ankebut suresinde "Bu kitabı sana indirmiş olmamız ve kendilerine okunması onlara yetmez mi? Bunda inanan bir toplum için bir rahmet ve öğüt vardır.” buyuruyor Allah.

- Kız gülerek, laf mı soktun şimdi sen bana?, dedi.
- Estağfurullah, laf sokmuş mu oldum? Sana cevap veren ben değilim, Allah’ın ayetidir. 
- İyi ya, ben de o ayeti bilmediğim için hayıflanıp hıncımı senden çıkarıyorum. Nasıl yetişeceğim ben sana?
- Estağfurullah. Buldun ya garip çocuğu, tabi bir tane de sen vur.
- Evet, sen garip bir çocuksun. Daha önce hiç kimsede karşılaşmadım sana.
- Estağfurullah, o manada söylemedim.
- Annen adını beytullah değil, estağfurullah koysaymış keşke.
- Annem koymamış ki adımı, babamla komşu beraber koymuş.
- Komşu mu?
- O iş biraz karışık, boş ver. Annem anlatır uzun uzun. 
- Annenin adı ne? 
- Gülseren. 
- Ne güzel, çiçek gibi adı var. 
- Büyük teyzemin adı Azize, ninesinin ismi olduğu için koymuşlar. Ama annemden sonrakilere Gülseren, Gülten, Güler koymuşlar. Annanem Gül parantezine almış. Çiçek olsunlar diye mi yapmış yoksa ömür boyu telkin olsun diye mi bilmiyorum.
- Hayret, bilmediğin bir şey çıktı.
- Estağfurullah.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder