Cumartesi, Aralık 24, 2016

na-mütenâhi.

Bismillahirrahmanirrahim.
“Hayır (boşuna yaratıldığınızı zannetmeyin)! Yemin ederim güneşin batışındaki kızıllığa, geceye ve ve barındırdığı karanlığa, dolunay halindeki aya ki, muhakkak siz tabakadan tabakaya bineceksiniz (muhakkak siz bir durumdan diğerine uğratılacaksınız).
İnşikak Suresi, 16-19.

Göz ağrısı, ben geldim blog. Çok mutlu değildim, dolu dolu gelecektim ama tevafuk işte. Bundan birkaç sene evvel kendimi kitaplara gark edişim bir çırpınmayla başlamıştı. Öyle ki, derdimi kimseye izah edemiyordum, etmeye çalıştığımda da kimse beni anlamıyordu. O zaman kendime satır aralarında dostlar aramaya koyulmuştum, Turgut Özben, Selim Işık, Hikmet Benol arkadaşım olmuştu. İçimde adını koyamadığım o “şey”i bana Oğuz Atay buldurmuştu. Sancılarımın aynısını Yaşamak’ta okumuştum, Cahit Zarifoğlu abim olmuştu. Albert Camus’ünün Veba’sındaki Oran şehrinde tutsak kalmış, yalnızlığımı okumuştum satır satır. “Acıdır ağacın gölgesini yapan / bunu herkes bilir.” diyen Turgut Uyar bana ilk ıztıraplarımı buldurmuştu. Raif Efendi’ye tutulan Maria Puder bana “Deliler gibi değil, gayet aklı başında” sevdiğimin aynasını tutmuştu. Yani lisans hayatımın bittiği günde ne çok gerçekleştirmiştim kendimi, ayetin dediği tabakadan tabakaya ne çok geçmiştim.
“her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı
hadi koşayım diyorum belki dağılır
koşuyorum
sancağımda kendi rüzgarımla ölgün kıpırtılar
hayır daha sevgili daha sevimli değil
ne başka bir gün ne başka bir zaman."
Aslında geçen haftaya dönmem gerekiyor, bir dostun sorgusuna. “Allah’la aran nasıl?” diye sordu potok bana, bu aralar her verdiği avansı hebâ ediyorum dedim. Öyleydi. Benim Allah’la aram evvelden çok iyiydi. Öyle ki, günde beş vakit görmek yetmiyordu. Uykulardan uyanamam diye korktuğumdan çekyatı açmadan, battaniye almadan, ışığı kapatmadan uyuyordum geceleri. Kalbim öylesine genişliyor, O’na doğru öyle büyüyordu ki yaptığım ibadetin huşûsu artıyordu, bereketi çoğalıyordu. İman üzere yürüyordum ve Allah beni ihlasla mükafatlandırıyordu. Sonra na-mütenâhi sevmeye ayarlanan kalbi bir fâni için nakşetmeye başladım, haliyle tepetaklak oldum. Öyle alçaldım ki, Rabbimin karşısına farz namazda çıkmaya bile utanır oldum. Kılmaz değil, utanır. Büyüyüp genişlemeye kabil olan kalbimi tutup naylon torbaya koydum, ağzını bağladım. Kendim yaptım bunu, çünkü kandım. Çünkü kulduk ve kanıyorduk kana kana. Ben, Rabbin rızasını arayan iki kalp birleşince bu genişlemek de çoğalacak sanıyordum. Sanrılarım doğruydu fakat kalplerin aynı hizada olmayışı işi mahvetmişti. Entropi’den bahsetmiştim aylar evvel, iki insan birbirinin dengi değilse (ki, değildir hiçbir zaman) dağınık olan tertipli olana sirayet eder. Çünkü dünyadaki düzensizlik her an artmaktadır. Bu yaşadığımın ardından heybeme kattığım en mühim ders, ne olmadığımı kavrayışımdı. Böylece ne olmam gerektiğine bir adım daha yaklaşacaktım. Rabb’in vermediğinde de bir lütuf vardı ancak bunu çok sonraları anlayacaktım. Bugün hebâ ettiğimse, yine genişlemeye meyleden kalbime verilen hediyeleri ahmakça reddediyor oluşumdandır. İstikrarlı bir şekilde her gecenin zifirisinde Allah’ın lütfu ile uyanışımı teheccüd kılmayarak ziyan edişim bu ahmaklıktandır, günde 5 sayfa Kuran okumakla doymayan içimin açlığını nefsime yenilip daha fazlasıyla doyurmamam da. Türkçesi; yükselemeyişim irtifa kaybetmeme sebep oluyor. İhlas ya artıyor ya da azalmakta, daima.
“Ruh da beden gibi ya ilerleme ya da düşüş durumundadır; ve Mânevi Yol, ancak seyyahın hatalarının ve zaaflarının, uykusunun ve ataletinin üstedinden gelme nisbetinde açılır, genişler ve bunların her biri onu, gayreti ölçüsünde maksuduna yaklaştırır."
Şeyh Attar
Eğer nuru kalbimde temerküz edemedimse, bunun kabahatlisi Rabbim olamaz, benimdir. Belliki kalbim katı ve daha da kristalleşmeye ihtiyacı var. Hakikatle arama perdeler çekiliyorsa, perdeleri cam gibi saydamlaştıramayışım benim iradesizliğimdendir, Rabbimin inayetsizliğinden değil. Yine de her şerde bir hayır var.
“kişinin güzelliği ağa ustalarına göredir
senin köylün olayım
o uzak iklimleri erişilmez beldeye
bakabilmezdik senin götürmen olmasa
şu küçücük kalpte
(yaman halimiz helal ettiremezsek)
nice hakkın yüklü."
Gönlümü nadasa bıraktığım yıllarda boğazımda bir yumruyla yaşamaya alıştım. Bu zorundalık önceleri can sıkıcıydı. Zira yakınımdakiler modern zaman insanıydı, yani ‘boşver’ diyorlardı. Verecek bir cevabı olmayan her insanın deyişi: ‘boşver!’ Çok şükür ki, boş veren insanların varlığının tuzak olduğunu kavrayışım pek zaman almadı. Haliyle benden bir şey koparmadı. Başıma gelen bir iş varsa, Rabbim bana bir şey izah etmek istiyordur. Bu sayede acziyetimi doğru kullanırım. Olayların seyrinden yola çıkarak tecrübe edinmeliyim ki, arkalarında tecelli eden Esma’nın hakikatini görüp şükredeyim. Zamanın huzur getirecek hadiselere gebe olduğunu tefekkür edip sabredeyim. Sekerat içinde olmak bana hem bu dünyayı hem ahiret hayatımı kaybettirecek. Aşk ve fakr ikiz kardeştir.
Sabrın sonu. Selamet. Allah baldıranı tattırıyor ki balın kıymetini bilelim diye. Yokluğu gösteriyor ki, varlığını anlayalım diye. Allah’ın gelme demesi, gel diyenin davetine icabet ettireceğinden. Nasıl ki bana ne olmadığımı gösterecek ayineyi tuttuysa, bu kez ne olduğumu gösterecek muhabbeti nakşetti gönlüme. Öyle ki, karanlıktan arındım parıl parıl oldum. Sönmüş göğsüm harlandı, kafesine çarpar oldu. Bu kez Rabbimin elini bırakmayacağımı biliyordum. Çünkü “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” Nisa Suresi, 79. Ayet. ayetinin manasına bir kez vakıf olmuştum ve aynı ahmaklığı tekrar edip Rabbimden berî kaldığım zamanlardaki düşüşü tekrar yaşamak istemiyordum. Gelgelelim, yine düştüm. Ama Allah’ın ipine sarılıp da düşmek öyle güzel ki. Allah’ın düşerken bile kuluna hakikatlerini gösterip “O iki doğunun da Rabbidir, iki batının da.” Rahman Suresi, 33. Ayet. ayetini izah etmesi öyle kuşatıcı ki. Çektirdiği ıztırapla kuluna varoluşunun kapsayıcılığını tattırması öyle muazzam ki. Yeter ki Rabbim tutsun elinden, fani olanın tutması hep boşluğa götürüyor. 
“burası bir adam
bir aşk çapında
bir çeşit hapis tutulan."
Şimdiyse, işler karışık. Çünkü bu sefer marazım aşksızlıktan. Mefkûremi kaybedişimden çıkrığı kırılmış bir çarkı döndürmek zorundaymışım gibi hissediyorum. Kalpte bir boşluk, süveyda. Rabbin güneşlerinin aynası kalpte şimdi bir kıvılcım çakmıyor. Varoluşu zorlaştıran, yaşamayı yoksunlaştıran, anlamı çarpıklaştıran bir şey bu.
“Yolcu için ibadet, Aşk-ı İlâhi’ye, yani O’nun ateşinde yok olmaya götüren bir vesiledir, bu yüzden maksud olan aşktan aşağı kalmaz. Yolcu olan, işte bu yüzden, ibadeti sadece namaz kılmakta, zekat ve sadaka vermekte arıyor olmamalı -hayatın her anında aramalı ki aldığı her nefeste ve her halinde Allah’a kul olmanın lezzetini ve saadetini bulabilsin."
Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak.
Gelgelelim, “Öyleyse ben şimdi nereye gidiyorum, neden bahsediyorum?” Tekvir Suresi, 26. Ayet. Bugüne değin ne olmadığımı da öğrendim, ne olduğumu da. Varı da yaşadım, yoğumu da. Yani, insan ya içindedir çemberin ya dışında. Peki şimdi, ben neresindeyim? Neyi bekliyorum, zaman neye gebe, ben neyin peşindeyim?  Ne istediğimi de biliyorum, ne istemediğimi de. Öyleyse şükredeceğim şeyler de olacak, feragat edeceklerim de. Öyle zannediyorum ki bir çarpışmanın arefesindeyim. Çünkü hep yanımda benimle yürüyecek biri olsun istedim. Çünkü kendime temel edindiğim üstad beni bununla terbiye etti: 
"Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır.

Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittibâ eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.” 
Bediüzzaman Said Nursî, 24. Lemâ.
Okuduklarıma inancım hâlâ tam. Ancak belki de Rabbim beni bir çarpışmayla imtihan etmek istiyor. Yani kafamda oluşturduğum kriterlerin hem varlığına hem de varlığına delalet ettirecek bir âna hazırlanmamı istiyor. Şimdi bana, içine düştüğüm kaygımla, kalbimdeki ayrık otlarını temizleyip(cancağız) kendimi pâk kılmam için mühlet veriyor. Yani Rabbin vermeyişi bile nimetten. Şimdiye değin yıprandıklarım, masumiyetimi kaybettirdi belki ama savunmasız kalmadım.  Ben böyle imtihan olundum ve yine de Rabbimi bırakmadım. Yadırgamadım, yatsımadım da. Avunacağım şeyler var cebimde. Çünkü yaşadıklarım gözlerime çizik attı ama bu sancılar bakışıma inşikak kattı. Iztıraplarımın yarıklarından Rabbin ışıltıları sızdı içime, masivânın yokluğunu O’nun varlığına delil bildim. Sanki yitirdiklerim kazınmayı bekleyen kontör kartının üzerindeki gri tozlarmış da, levhanın altındaki sureti bana okutmaya çalışıyorlarmış. Her hakikatin kendi boşluğundan akıp Rabbin okyanusuna dolmakta olduğunu idrak etmekmiş mühim olan.
“ıztırap varoluş şartımız oldu
esef etme yazım karaymış diye."
Epeydir birikmiştim, içine düştüğüm bu boşluk benden neyi çıkarsamamı bekliyor diye. Pek çok engeller aşmıştım da, amaçsızlığı aşamamıştım hiç. Hâlbuki kulak kabartmam gereken yer Rabbin ayetiymiş, O’nun sorduğuymuş sorgulanması gereken. “İnsanlara âfakta ve kendi enfüslerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O’nun hak olduğu, onlara belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” Fussilet Suresi, 53. Ayet.
İnsandan Rabbine sıratı müstakim genişliğince bir yol var ve şükürler olsun ki içimizde o boşluğu dolduracak Allah ağrısı var.
Elhamdülillah. Elhamdülillah. Elhamdülillah. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder