Cuma, Aralık 18, 2015

"şey" bahsi.




Bismillahirrahmanirrahim.

"Yaratan Rabbinin adıyla oku!"
Alak, 1.



"İnsan ne için okur?" sorusuna yeryüzünde herkes için verilebilecek binlerce cevap var. Çünkü herkesin doldurmaya didindiği boşluk bir değil. Aslında boşluktan çıkış yolları bir ama boşluklar bir değil. Gerçek dediğimiz şey akışkan. Herkesin boşluğuna başka şekillerde kıvrılıyor. "Yaratılan ruhlar kadar, Allah'a giden yol var." Bab-Azîz.


Dimağımızı kelimelerle öreriz ve böyle canlı tutarız. Yani öğrendiğimiz, tekrar ettiğimiz,

üzerinden geçtiğimiz her bir kelime beyinde nöronlar arasında yeni sinapslar oluşturur ve bu bağlar sayesinde yorumlarımız şekillenir. Bu yorumlar ve görüşler sadece duygusal olarak değil, duyusal olarak da insanın görüşünü biçimlendirir.
Ben muhayyilemi geniş ve diri tutmak için sürekli okuyorum. İnsana verilen zâhirî beş duyu organı olduğu gibi, bâtınî, yani gözle görünmeyen beş duyu organı var. Bunların her birini bir alıntıyla izâh etmek istiyorum.



"Havass-ı hamse-i zahirî: Göz, kulak, burun, doku, dil olmak üzere beş duyudan oluşur. Bu duyuların her birisi bir aleme açılan pencere gibidir. İnsan bu pencereler ile o alemleri seyreder.


Göz penceresi ile alem-i mebsurat denilen görüntü alemini seyreder. Kulak penceresi ile alem-i mesmuat denilen sesler alemini işitir ve o alemden istifade eder. Burun ile alem-i şemime yani kokular alemine açılır vesaire.


Havass-ı hamse-i bâtına: Akıl, kalp, ruh, vicdan, latife olmak üzere beş iç duyudan oluşur. Bu duyular da tıpkı zahiri duyular gibi manevi ve gaybi alemlere açılan birer pencereler hükmündedirler.


Kalp, sevgi ve muhabbet alemine açılan geniş ve cami bir penceredir. Allah’ın cemal ve kemalatını kabul edip onunla coşan duygu kalptir.


Akıl,  kainatın arka planında işleyen ince ve latif manaları görüp, onları açığa çıkaran bir vasıtadır. Yani mana aleminin bir anahtarı, bir rehberi konumundadır.


Ruh, alem-i ervaha açılan nurani ve latif bir duygudur. İnsan ruh penceresi ile ruhani alemler ile irtibat kurar.


Vicdan, manevi alemlerin esası ve haritası konumundadır. Hakikatlerin uçlarının temerküz ettiği cami bir aynadır. Hem ahlaki değerlerin, hem de doğruluğun ana üssü gibidir. İnsan yanılsa bile, vicdan yanılmaz." İşarat-ül İcaz, Sure-i Bakara, 29. Ayetin Tefsiri

Peki niye okuduğum sorusunun cevabıyla bunun ne ilgisi var? Aslında çok uzattım. Muhayyilemin genişliği ölçüsünde bâtınî duygularımı kullanabilirim. Böylelikle kendime Allah'a ulaşacak geniş bakış açıları üretebilirim. Bu sayede her gördüğüm, düşündüğüm şey de Allah'a tefekkür edecek yepyeni sebepler bulabilirim, ki insan bunu başarmak için yaratıldı.


Okuduklarımın içinden, "heh işte, bak şimdi kendimi okuyorum." dediğim bir yer var. Keşke bugüne kadar okusaymışım, bu sayfalarla muhattap olmak için bu kadar beklemeseymişim dediğim bir yer. Zaten insan okuduklarında kendinden bir şey okumayacaksa, neye yarar ki bu? Birbirini anlamayan iki insanın karşılıklı konuşmasına benzemez mi? Bizi yazarlarla, şairlerle, ya da diğer insanlarla arkadaş kılan da karşılıklı paylaştığımız, bir tarafın dillendirip öbür tarafın benimsediği acı değil mi? Farkında olmadan geçip gittiğimiz, zamanın bir yerinde durup gözgöze gelince "demek sen de bunları yaşadın!" kesişmesi değil mi?


Sözün sonunu muhayyilesini, beyin tomografisi gibi tüm berraklığı ve şeffaflığıyla kağıda döken Oğuz Atay'a bırakıyorum, keşke daha önce girseymiş hayatıma.


"Burnuna konan bir sinek uyandırdı Turgut’u. Çevresine baktı: nerede olduğunu hatırlayamadı. Sabah mıydı? Masaları gördü. Gözlerini kapadı. Nerede olduğunu buldu önce. Saatine baktı: güneş var ve üç buçuk. Öğleden sonra olmalı. Uyandım Selim. Kendimle biraz yalnız kalmalıyım. Kendimi karşıma alıp öğüt vermeliyim. Bilmediğim bir maceraya atılıyorum çünkü. Kuvvetlerimi gözden geçirmeliyim. Ellerini inceledi, parmaklarını oynatarak: eller hünerlidir. Yumruğunu sıktı: kuvvetli eller. Başarır mıyız dersin Olric? Kollarını, sandalyenin iki yanına dayayarak gerindi. “Daha vaktim var, daha vaktim var,” diye söylendi. Vaktim de var, içim de var. Bütün kuvvetimle mi atılacağım maceraya? Onu bile korumayacak mıyım? Onu, o “şey”i? Kimsenin bilmediği bir parça: tarifi güç, gene de varlığını çok iyi bildiği “şey”. Onu da tehlikeye atacak mıydı? Bütün Turgut’u hiçbir zaman teslim etmemişti. Hiçbir zaman. Onu kendine saklamıştı. Değerini yalnız Turgut’un bildiği bir “şey”. Başkaları da birçok şeyler saklarlar insanlardan: gene de bir şey kalmaz kendilerine. Bu “şey” öyle değildi. Anlatılsaydı değeri kalmazdı ki. Bu nedenle anlatılamazdı. Bu “şey”i birine verseniz de farkında olmaz aslında. İnsan uzun uzun anlatsa, “onun” kendine güven verdiğini söylese, merak ederler belki. Fakat görünce bir “şey”e benzetemezler muhakkak. Bu muydu, derler o “şey”. Verdiğiyle kalır insan. Ezer, buruşturur, yere atarlar. Bazı ukalalar da Latince isimler takarlar bu “şey”e. Tarifler, benzetmeler... Ben ne dediğimi biliyorum. Benim, Turgut Özben’in özbenliği. Kelime oyunu yapıyorum, oyuna getiriyorum. Kendimi ele vermiyorum.


Evlendiği gece de onu kendine sakladı. Nermin’e anlatmak zordu. Anlatılabilecek gibi başlamamıştı ilişkileri. Selim, kadın olsaydı belki anlardı. Gerçekten neden Selim’e anlatmadım acaba? Alay eder diye korkmuşumdur. Çok erken gittin rahmetli. Şimdi kime anlatacağız? Nermin’e neden anlatmadım? Bu öyle bir “şey”dir ki kıskanır bazı olayları. Evlenmeni kıskanır. Belli etmez tabii. Başından geçenleri başkalarına anlatmanı da kıskanır. Akşam, evine yorgun dönersin. Karına anlatacağın bir sürü olay birikmiştir; içinde birtakım duygular gelişmiştir. Anlatmaya başlarsın. Birden, içinde bir duraklama duyarsın. “Şey” engel olur sana: söyleme onu, der. Her “şey”i anlatma. Belki sözlerinin arasında, farkında olmadan beni ele verirsin. Belki anlar: insan bu, bilinmez. Sen gene dikkat et; her “şey”i ayrıntılı anlatma o kadar. Bütün “şey” ayrıntılarda değil midir zaten? Ayrıntılarda ele vermez mi insan kendini? Başkalarına anlatamadıklarınla beslenir, varlığını sürdürür herhalde. Başkalarından saklandıklarınla gelişir. Fakat, her zaman güvenebilirsin ona. Yalnız kaldığın, yalnız ve çaresiz bırakıldığın zaman, karşındakine her şeyini verdiğini ve tükendiğini sandığın zaman (karşındaki her şeyini alıp kaçmışsa) hemen yardıma gelir: biraz daha dayan, merak etme ben yanındayım, der. Üzülme, der; her şeyini kaybetmedin: ben varım. Belli etme zayıflığını; bunu da atlatırız.

Ayrıca, kimsenin istediği yoktur bu “şey”i. Nermin bile farkında değil ona vermediğim “şey”in. Herkes gibi, kendi istekleriyle ilgili, benim vermek istediklerim o kadar önemli değil. Her şey iyi gittiği sürece, bunun önemi yok... iyi gittiği sürece... Garip işler dönüyor Olric: karışık işler. Görünüşte olağanüstü bir durum yok. Ben Nermin’i seviyorum. Nermin de beni seviyor. Bu durum gün gibi aydınlık; karanlıkta kalan yalnız o “şey”. Sessizce duruyor orada, olaylara karışmadan. Nermin, diyorsun; peki, diyor. Peki, bildiğin gibi yap. Bana dokunma da. Aslında kötü bir “şey”: duygusuz, acımasız. Benim dışımda hiçbir varlık onu ilgilendirmiyor. Onu seviyorum, diyorsun: boyun eğiyor. Ya da öyleymiş gibi yapıyor. Sevemiyorum, diyorsun: aynı katılık. Birden ürperdi. Sevmiyorum... bunu söylemeye hakkım yok. Bunu söyleyemem. İşleri karıştırmış olurum. Söküp atmalıyım bu duyguyu içimden. Doğru da değil. Anlatamadığım bir “şey” yüzünden kimseyi suçlayamam. İçimdeki düzenle ilgiliydi huzursuzluğum. Dışımdaki düzenle bir ilgisi yok. Nermin’e dış düzen mi diyorsun? Susun!

Ertesi gün karısını gördüğü zaman, bu duyguların etkisi altındaydı."

Oğuz Atay, Tutunamayanlar. sf.322-324.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder