Pazar, Kasım 27, 2016

Allâh'ın lügâtı.

Bismillahirrahmanirrahim.

(Kur'an) Rahmân ve Rahîm olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. (...)"
Fussilet Suresi, 2-4. Ayet.


Selamun aleyküm blog. Allah'la aran nasıl? 

Karın ağrısı, ben geldim gene, yazmadan Allah ağrısı olmuyor dünya ağrısı. İçim sızlıyor ama tebliğ de vazifem. Peygamber Efendimiz(sav)’in torunu ölmüş de vazifesine devam etmiş. Benimki, bizimki, ne derece mühim bir acı olabilir ki, onu sıratı müstakime çağırırken çektiklerinin yanında. Bizimki anca, fani bi kalple baki bir ömrün nasıl anlaşılacağı kaygısı. Yani dünyayı sürgün değil de müebbetmiş gibi yaşamaya çalışan kalbin pıtraklı diyarlarda kendine dikenler saplayıp acıtması, bundan haz duyması, ıztıbıyla, yarasıyla, acısıyıla, sancısıyla, kaygısıyla, tozuyla, toprağıyla, acziyle, fakrıyla, düşmesiyle, batmasıyla Rabbini bulmaya çalışması, yani Allah ağrısı.

Aslında şimdinin konusu bu değildi ama erteleye erteleye sarktı. İnsan; bi ucu dünyaya mandallanmış; hemen olsun diyor, şuanda, şimdi! Diğer ucu ahirete inîkad olmuş; boşver diyor, zamanı değilmiş, nasip değil şimdi. Bu iki hâle girift olmuş, yüreği ne serden ne yardan mutmain olmuş, bir o yana bir bu yana koşturup duruyor. Allah ağrısı.

Diyeceklerim, Arapçanın Arapçalığından. Bir kaç hafta evvel okulda, pek de dinle diyanetle işi olmayan bir arkadaşımla otururken şöyle bir soru yöneltti. "Sence Arapça kutsal bir dil mi?” dedi. Ben hayır dedim. Çünkü Arapçayı o güne kadar kutsal olup olmadığına değer biçebilecek irdelememiş ve en azından kendi dilimle dahi kıyas etmemiştim. Zaten kendisi de "Evet deseydin lafı hiç uzatmayacaktım." dedi. Sonra “Kuran’ı Arapça okumak bana anlamsız geliyor, mealini okumak da yeterli bence.” dedi. Ben itiraz ettim ve “İngilizce bir kitabın tercümesini okurken sayısız tercüme bozuklukları, anlam sapmaları, yorum farklılıkları olurken Arapçanın çevirisinde de bunların olması kaçınılmaz, yani herkesin okuduğundan çıkaracağı anlamlar farklıdır.” dedim. Bir de her dilin kendinde has kalıpları var ve bazı kelimelerin bazı dillerde karşılıkları yok çünkü dili oluşturan ve diri tutan coğrafyadır, demeliydim. Demedim. O an aklıma gelmedi. O an aklıma gelmeyen bir çok şey daha sonra aklıma geldi ve Allah’ın bu soruyu daha evvelden içime sinen izahları irdelemem ve genişletmem için karşıma bir insan vasıtasıyla çıkarttığını farkettim. Yani insanın imanını tazelemesi için illâki din alimlerinin kitaplarını, televizyonlardaki hocaları ya da camilerdeki imamların vaazlarını dinlemesi gerekmiyordu, sonsuz aydınlık sahibi, en-Nûr lafzı kendine münhasır Rabbin yaktığı bi ışıkla yolunu bulabilirdi.

Kendimde şunu irdelemek ihtiyacı hissettim: Allah’la nasıl konuşuyordum, hangi dilde? Türkçe mi? Arapça mı? İngilizce, Flemenkçe? Neydi tabiatın dili kendince ve ben bunu nasıl algılıyordum? Algılıyor muydum? Allah insanla hangi dilde konuşurdu, insana hangi yolları vesile edip kendine yaklaştıracak tılsımı bulduruyordu? 

Kendimize bir fayda sağlaması için herhangi bir elektronik alet satın aldığımızda yanında kullanım kılavuzu gelir ve onu stabil şartlarda nasıl kullanmamız gerektiği orada yazılıdır, ancak onu gün be gün nasıl kullanacağımız orada yazmaz. Yani genel hatlarıyla bir bilgi verilir, yönerge sunulur ve uyulmadığı takdirde başımıza gelecek olası sonuçlardan bizim sorumlu olduğumuz belirtilir. Üzerinde pek çok dilde karşılığı bulunan bir dizi metnin yazılı olduğu bir kağıttır. İnsan, bir yaratıcının kendi güzelliklerini sunmak, kendini keşfettirmek, keşiflerden bu güzellikleri peyda edenin muhakkak insanın üzerinde bir kudret olabileceğini anlamlandırabilmek için akıl denilen bir nimetle donatılmıştır ancak elimizdeki makinenin böyle bir yetisi yoktur. İnsanın kullanım kılavuzu ise Kuran’ı Kerim'dir ve insan duyularının manasını buradaki delillerle bilinçli şekilde kullanabilir. Yani ayette buyurulduğu gibi göz; ateşini O’nun yaktığı güneşin gölgesiyle O’nun esmasının yüceliğini ve biricikliğini görmeye, “Rabbinin gölgeyi nasıl uzatmakta olduğunu görmedin mi? Dileseydi onu elbette hareketsiz de kılardı. Sonra biz güneşi, ona(gölgeye) delil kılmışızdır. Sonra onu(uzayan gölgeyi) yavaş kendimize çektik(kısalttık). Size geceyi örtü, uykuyu rahatlık kılan, gündüzü çalışma zamanı yapan Allah’tır.” Furkan Suresi, 45-47. programlanarak yaratılmıştır. Yani gören göz değildir, akıldır. Akledip iman şuuruyla tazelenen kalptir. Bunu Allah bizatihi şöyle ifade buyurmuştur: ”Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” Hac Suresi, 46. Ayet.

Yaratılan ruhlar kadar Allah’a ulaşan yollar vardır ve insanın kendi kader çizgisinde karşılaşacağı sorumluluklar apayrıdır. Hayatımı yazsam roman olur, demek laf-ı güzaflıktır çünkü hiçbir hayat birbirinin aynı olamaz. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var? Allah’ın insanla hangi dille konuştuğunu irdelerken, Arapça yazılmış olan Kuran’ı Kerim’in pek çok Türkçe meali olduğunu gördüm ve anlamların ve kullanılan dilin, anlatımın, üslubun farklılaşmasıyla aslında insanda uyandırdığı etkinin ne kadar farklılaştığını ve anlamın nasıl çeşitlendiğini farkettim. Yani Kuran’ı Kerim gürül gürül çağlayan sonsuz bir nehirken, çevirmen kendince bu nehirden edindiği kadarını okuyucuya sunmak zorunda kalıyor, yani okuyan yalnızca hakikatin bir kaç damlasıyla yetiniyor. Peki biz Türkçeden başka bir dil bilmiyorken, ve bizi yaratan bunu biliyorken, neden Arapça bir kitaptan sorumluyuz, yani Allah neden Kuran’ı Kerim’i Arapça olarak vahy etmiş? Aslında bu soruda bir aldatmaca var ve çoğumuz buna kapıldığımız için hakikat bizden saklanıyor. Yunus Emre Anadolu topraklarında yetişmiş pek çok veli zâttan biridir ve öğretileri Türkçe'dir. Kuran’ı Kerim’de “Biz Kuran’ı belki düşünürsünüz diye Arapça indirdik.” buyurulmaktadır çünkü ilk hitap edilen insanlar Arapça konuşmaktadır. Yûnus bu ayetin sırrınca Türkçe konuşanlara sözü Türkçe söylemiştir. Bozkırın bu berrak dili, Allah’ın kelâmıyla mayalanıca nice sözler dile dökülmüş, dile gelen nice söz kitaba akmış, kitaplardan gönüllere inşirah vermiştir. Kuran’ı Kerim’in ilk muhattapları Araplar olduğu için Arapça inmiştir ve hatta bir ayette, “Develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” Gaşiye Suresi, 17-20. Ayet. denilerek bedevinin önündeki deveden örnek verilir ve sorgulama yapıp Rabbini tefekkür etmesi beklenir. Deve yük taşır, insan düşünür. Yani biz Kuran’la mutmain olmayı istediğimiz müddetçe o bizi sırlarını açar ve anlaşılır hale gelir. Bunun mealle ilgisi yoktur. İnsan susadığı nispette Kuran’ı anlamak için arar, didinir, çabalar. Kainata bakıp Allah’ın varlığına ve birliğine deliller arar, böylece kalbindeki huşu durağanlığını yitirir. Gönlü yaptığı işten lezzet almaya başlar. Bu sebepten hadisi şerifte, bir saatlik tefekkürün bir yıllık nafile ibadetten daha evlâ olduğu buyurulur.  İnsan Rabbiyle kelimelerle değil, duygularıyla bağ kurar. Yaptığından pişman olur, O’na mahcup olur. Hayrına vesile olan tevafukların ardındaki elin O’na ait olduğunu görür, şükreder. Bu yüzden insanın Allah’la konuşmak için bir lisana ihtiyacı yoktur. Anlamak akılla düşünerek kazanılacak bir istidat değildir. Bilmekle anlamak eşdeğer olamaz.

“KÖR et gözlerimi; yine de görürüm seni,
kapat kulaklarımı: Duyabilirim seni,
ayaklarım olmadan da gelebilirim sana,
çağırabilirim seni ağzım olmadan da.
Koparsan da kollarımı, tutarım seni,
yüreğimle ellerimle olduğu gibi,
kapatsan da yüreğimi beynim çarpacak
ve beynime salsan da alevler,
kanımın her damlasında taşırım seni."
Rainer Maria Rilke, Dua Saatleri Kitabı.

İnsan anladığıncadır.
Türkçe bir kelimenin bir sürü anlamı olduğu gibi, Arapça bir kelimenin de pek çok anlamı vardır. İnsan her kelimeye kendi anlamını kattığı için her ayetin de insana göre anlamı vardır. Tefsirler bu yüzden yazılmıştır. Yalnızca Fatiha Suresi için yazılmış ciltlerce tefsir var. Başımıza gelen her olayın ardından “Acaba Allah bunu bana yaşatarak ne anlatmak istedi?” diye sorgulamamızın zorunluluğu bundandır. Her ayetin her insandaki farklı yansıması bundandır. Yani iki insan aynı şeye bakıp apayrı şeyleri tefekkür edebilir. Ya da Arapça bilen bir insan bir ayetin sırrını keşfedememişken, Arapça bilmeyen bir insan o ayetin nûruyla aydınlanabilir. Bulanlar arayanlardır ve yol yürümekte.

"Ne Lokmandadır ne de sende
Ne sazlardadır ne de sözde
Ne göklerdedir ne de çöllerde
Ne neylerdedir ne meyhanede."
Erkan Oğur, Bir Sevda.


Kendimde bir ayetin yansımalarını göstermeye çalışarak yazıyı bitireyim. Fotoğrafçılıkla uğraşıyor olmamın bana kattığı en mühim fayda, bakmayı değil görmeyi öğrenmemdir. Yani kainatın alelade bir düzenle değil, belli çizgilerde ve kurallarda yaratıldığını, Allah’ı tesbih eden her canlının birbiriyle uyum içerisinde olduğunu, Allah’ın renk verdiği her şeyin insanı tefekküre ve yaratıcısını bulduğu için şükretmeye vesile kıldığını öğrenmemdir. Fotoğraf çekerken, pek çok kez şu ayetin sırrına mazhar olduğumu düşünüp elhamdülillah dedim. ”İşte bak Allah’ın boyasına! Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz O’na ibadet edenleriz!” Bakara Suresi, 138. Ayet.






Hepimiz Allah’ın bize yüklediği kulluğu taşımakla mükellefiz ve muktedir olduğu her iyilik ve güzelliğe şükretmekle vazifeliyiz. Yediğimiz meyvenin lezzetinde, duyduğumuz şarkının tınısında, yaprakları hışırdatan rüzgarın yüzümüze çarpan serinliğinde, rengarenk açan çiçeklerin kokusunda, batışını gördüğü güneşin turunculuğunda Rabbin tecellilerini ve hep bizimle olduğunu tefekkür etmekle dünyaya geliş biletimizi doğru kullanabiliriz.

“Allah, kuluna kâfi değil midir?" Zümer Suresi, 36. Ayet. 
Hepimizin Rabbini bulduracak Allah ağrıları var. İyi ki var.
Allah’ım, iyi ki varsın. Çok şükür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder