Pazar, Mart 24, 2019

ayaklardan önce yol vardı - II

Bismillahirrahmanirrahim.
"De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: "Doğru yola, bize gel" diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: "Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz alemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle emrolunduk."
Enam Suresi, 71. Ayet.




Blogum, biriktirdiğim sonbaharlar beklediğim ilkbaharlar. Yürümekten evvel ayaklar vardı, ayaklardan önce yol vardı. Bu gezi notları minvalinde bir yazıya giriş olacak ama azıcık kendimden bir şeyler kopartayım istiyorum. Biriktirdiğim ve beklediğim dediğim, birbirini eksilten ve bütünleyen iki şey. Tek başına biriktirmek de beklemek de bir parça eksik, uçları kırık, kenarları kopuk. Ömür dediğin yürümekten başka ne ki. Evvelden de çokça söylemiştim. Bana yaşadığım her gün, var olan bakiyemden tüketiyormuşum geliyor. Evvelden bir şeye yetişmeye çalışıyor zannedip hep bir telaş içindeydim. Koşmasam yakalayamayacak, yakalasam tutamayacakmışım gibi gelirdi. Şimdi bir şey peşimden kovalıyor da ben yakalanacakmışım gibi tedirginim. Ne kadar cedelleşsem mahfolacak, mahfolmazsa da bir kusur kalacak. Neresinden toparlasam başka bir taraf eksik kalıyor. Tükenmek farz, bölüşmek şart. Şifası kurumak olan bir ağaca su vermekle vazifeliyim.
Böyle kasvetli bir girizgah belki yazının havasına uymadı ama seninle keyifli bir sohbete dalacağız, seninle Jan'19 - İspanya anılarımı paylaşacağım. 
Aslında bu yazının öncesi var ama henüz yazılmadı. İnşallah o da yazılacak, bi gün bi ara bi vakit. Kendime maaş kazandığım her yıl en az bir kere yurtdışına çıkma ve yurtiçinde en az bir farklı şehir görme hedefi koymuştum. Elhamdülillah, ikide ikiyle gidiyorum. Geçtiğim yaz üç arkadaş Balkan turuna çıkıp dört ülke yedi şehir gezdik. (Yazılmayan yazıda bu yolculuğun anıları var). Prizren'den başlayıp Mostar'da son buldu yolculuğumuz. Ama şimdiki konumuz, Barcelona ve Endülüs'te attığım adımlar üzerine. Adımlar diyorum, zira telefonumun tuttuğu resmi sayımlara göre 7 gün boyunca toplam 132 km yürümüşüm. Yüzotuzikikilometre. E orada minibüs yok muydu diyebilirsin. İnsan kendine minibüsle gidemiyor sevgili blog, Allah'ın sunduğu limitle kendine yaklaşabilirsin. Bab'ı Aziz şöyle der filmde: "Kim bilir, bu dünyada herkesin tamamlaması gereken bir görevi vardır. Bunu unutmadığın sürece diğerleri de çok önemli değildir. Ama bundan başka her şeyi hatırlıyorsan, hiç bir şey bilmiyorsun demektir. İnancı olan kişi alsa kaybolmaz. Yürümek yeterli, sadece yürümek. Davet edilenler yolu bulacaktır. Herkes yolu bulmak için en değerli hediyesini kullanır. Yaratılan ruhlar kadar Allah'a ulaşan yol vardır." 
Evvelden de bahsetmiştim sana. Ben bir gözümün yerine fotoğraf makinemi koydum. Kendi arayışım, fotoğraf makinesinin arkasından bakmak oldu. Öyle geliyor ki, sanki zamanın bir yerinde benim için çizilmiş kadrajlar var, saklanmışlar. Ve ben onları çekip çıkarmakla vazifeliyim. Güzeli bulmak, güzel görmek benim işim. Dünyayı güzelleştirmek için. Ne kadar becerebiliyorum bilmiyorum ama yolda olmak hissi, işte bu cezbediyor beni. Her insanın bir sanatçı oluşu bundan. Oluşun kendisi mühim değil, varoluşun içinde bulunmak beni içine çeken. Alışılmışın içinde olduğumdaysa girişte yazdığım paragrafı yaşıyorum. Öyle durumlarda kafamın içinde "Ben de Özledim - Dağılma" çalıyor. Acıdır, acıtır. İnsan kendini keşfettikçe bir şeyi gerçekleştiriyor ve gerçekleştirdikçe daha da zul geliyor kendine. Anladıkça ve keşfettikçe de daha da hastalaşıyor. Ne muamma. Paragraflar uzadıkça bohem büyüyor. Sus beytullah.

Neden Balkanlar, neden İspanya diye soracak olursan. İçte bir şey var. Manyetizmanın demiri çektiği gibi kabukta beni çeken. Evvelde müslümanların yaşadığı ve onlardan kalanları görmenin bir cezbesi var. Adı konulabilir bir şey değildir. Aslında Endülüs'e olan ilgimin geçmişi pek de uzak değildir. Tüm merakım Amin Maalouf'un Afrikalı Leo kitabını okumakla başladı ve birden alevleniverdi. 700 yıl öncesinin sürgününü okuduktan sonra müslümanların attığı adımları karış karış gezmek istedim. Paketin extrası da Barcelona'yı gezmek oldu. Başlıyoruz!





1. Gün. Barcelona, City Center. 
İlk gün hem yol yorgunu hem de şehrin acemisi olacağımı ön görüp hafif bi rota çizmiştim. Lafa başlamadan önce birazcık Barcelona'nın şehir yapısından bahsetmem gerek.
Pek fazla batı sevicisi, doğu yericisi değilimdir. Bana göre sanat insan içindir, anlamadığım şeyden haz etmem. Niye edeyim ki. Şehirde dolaştığım ilk gün, yüksel binaların ve vızır vızır arabaların geçtiği caddelerin, kendi şehrimin sokaklarından nazaran, beni hiç ürkütmediğini fark ettim. Nedeni ise, caddelerin genişliği sebebiyle binaların dik değil de geniş bir açıyla görülebilir oluşuyla açıklanabilir. Çünkü insanın kafasını kaldırıp da bakmak zorunda kaldığı şey, ondan büyüktür her zaman. Barcelona büyük olsa da benim göz hizamdaydı. Köşe başları dik değil, oval ve yarımdı. Böyle oluşu yürümeyi daha kolay kılıyor. Dik köşeler fıtrata aykırı. Bence. 🙄
Gitmeden önce, bir hafta boyunca nasıl besleneceğimi sorgulayıp şehrin vejetaryen restoranlarını haritama eklemiştim. 3.fotoğraf bi İtalyan restoranından. (Vejetaryenlik zor şey, 3.gün ellerim titremeye başladı. 🧐) İlk günkü rotam hafif olsun diye, daha çok şehrin arka sokaklarında dolaşmayı planlamıştım. 4.fotoğrafta yufka ve erişte türü makarna satan bi hamur işi dükkanı var. 5.fotoğrafta manav. E bunlar burda da var, niye Barcelona'ya kadar masraf ettin diyebilirsiniz. Bilmem, orda onları görmek hoşuma gitti.
6.fotoğraf bizim Balat'tan. 🙄 Şakaşaka, şehrin gothik mahallelerinden birisi. Binalar yüksek, caddeler ancak iki insanın geçebileceği kadar dar. Kritik olan da bu zaten. Araba yolları arabalar geçsin diye gepgeniş, tek yönlü, şehir içinde otoban gibi. Ama yaya yolu yaya için. Herkesin rotası ayrı, kimse kimseye karışmıyor. Kimsenin acelesi yok. Şehir insanı kucaklıyor böylece.
Son iki fotoğrafta Casa Batllo isimli, Antoni Gaudi'nin yaptığı "Kemikli Ev" anlamına gelen bu bina, modernizm akımına uygun olarak tasarlanmış. Birinci katının geniş pencereleri ve üst balkonlar kemik ve kafatası hissi uyandırdığı için binaya bu ismi vermişler. Ön cephesi renkli mozaiklerle süslenmiş. Binanın içine girmedim(çümkü 29€ 🙄)ama dışını görmek için hem gündüz hem gece La Rambla'yı yürüdüm.
İlk günlük bu kadar. :)




2. Gün. Exploring the City.
Aslında 2.günü anlatmaya başlamadan evvel, ilk gün yaşadığım bir fecaatten bahsetmem lazım. 🤦🏻‍♂️ İlk gün otelden çıkacağım vakit saat 3'e geliyordu. Dışarda fırsat bulamam deyip öğleni kılıp da çıktım, ikindiyi de aynı abdestle kılarım diye düşündüm. Caddelerde kımıl kımıl dolaşırken fark ettim ki, akşam namazına 48 dakka kalmış. Telefonun haritasına "mosq" yazdım ve en yakın mescidin 17 dakka uzakta olduğunu gösteren rotaya doğru yol almaya başladım. Tam kırmızı noktaya vardığımda bir de ne göreyim! "mosq" yazan yer "Mosquito" isimli bir barmış. :D ben içeri gireceğim sırada millet içerde kadeh tokuşturuyordu, tövbest. :D esas camiye doğru yaldır yaldır koştururken daha ilk günden sağ ayak tabanım su topladı. İkinci günden itibaren de tüm yük haliyle sağ ayağıma bindi. Gaddemit. 🤦🏻‍♂️ İlk fotoğrafta gözüken yer La Sagrada Familia Bazilikası. Dün bahsettiğim mimar Gaudi'nin en ünlü eseri. Yapımına 1883 yılında başlanmış ama tepedeki vinçlerden de anlaşılacağı üzere hâlâ devam ediliyor. Binaya nereden baktığınıza bağlı olarak 3 farklı cephe ile karşılaşıyorsunuz. Ben tavaf eder gibi her cephesini gezdim.🙄 Diğer fotoğraflar ise Park Güell'den. Carmel Tepesi’nde yer alan Park Güell, Antoni Gaudi tarafından doğadan ilham alınarak tasarlanmış. Proje aslında 20. yüzyılın başlarında Barselona’nın
önde gelen sanayicilerinden Eusebio Güell’in isteğiyle Katalan modernizmini
ve ihtişamını yansıtması için yapımına başlanan, 60 ev içeren bir siteymiş. Ancak başlangıcından itibaren geçen 14 yılda sadece 2 ev tamamlanınca, proje parka dönüştürülmüş ve 1922’de halka açılmış. Şekil şükül evler ama güzel.
Camp Nou'nun olduğu fotoğraf gerçek bi enstantaneden. Şehrin dokusuyla uyumluluğu vurgulamak için stadyumun içindeki store'un duvarına giydirilmiş.
Sonraki 2 fotoğraf ise Montjuic'deki Katalan Ulusal Sanat Müzesi'nden. Kırıntılarla güvercinleri besleyen kızlar, çok tatlılar. :) Akşam üzerisi Barcelona Katedrali, akşamı ise Barceloneta sahilinden. Tam burada telefonun şarjı bitti ve üstüne otele gideceğim otobüsün gidiş değil de dönüş için olan seferine bindiğim için, oteli dualarla bulmak zorunda kaldım. 🤷🏻‍♂️ Yarın sabah Sevilla'ya!



3. Gün. Sevilla Dream.
"Üstünüzde yedi kat sağlam göğü bina ettik." Nebe, 12.
Hola! Ne zaman pişmaniyelerin üzerinde yolculuk etsem, aklıma yukardaki ayet geliyor. Bir olay karşısında aklına bir ayetin gelmesi, gizlenmiş bir sırrın alenen çıkması gibi bi his. Arayanların bulduğu. Bulanların aradığı.
Yolculuk süresince önce Barcelona'ya, sonra Sevilla'ya, sonra aktarma yapmak için Düsseldorf'a ve İstanbul'a dönmek üzere toplam 4 kez uçağa bindim. Bilin bakalım rastgele check-in yaptığı halde 3 kere cam kenarına denk gelen ünsüz Türk büyüğünüz kimdi... 🙄
İlk iki gün ayaklarımın perte çıktığını söylemiştim. Zira Sevilla havaalanından çıkarken parmak uçlarımda sekerek ilerliyordum. Kondisyon olarak aşina olmadığım bi tempoya hemen ayak uydurumadım. Otele yerleştikten sonra 2 saat kadar dinlenip, elimdeki rota dahilinde 3-4 yer görmek niyetindeydim. Lakin Sevilla Katedrali'nde öyle bir cezbeye tutuldum ki, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığımdan, kapanış saati geldiği için beni kovmak zorunda kaldılar. 🤦🏻‍♂️ İlk fotoğraf Katedrali'nin içinden. Aslında burada ilk olarak Endülüs devrinden kalma bir camii bulunuyormuş. Camii depremde yıkılınca, yerli halk dünyanın en büyük Katedrali'ni yapmaya karar vermiş. Caminin bazı bölümleri hâlâ Katedrali'n parçaları olarak kullanılıyor.
3.ve 4.fotoğrafı çektiğim çan kulesi, aslında caminin minaresiymiş. Zirveye varmak için 42 katı merdivenlerle çıkmak gerekiyor ama gözlenen manzara muazzam. Ayrıca şahrin neredeyse her yerinden bu çan kulesi görülebiliyor. Katedralin bahçesini ise portakal bahçesi ve su fıskiyeleri süslüyor. İnsanın fıtratına aykırı hiçbir şey yok. Bu da diliniz ya da ırkınız ne olursa olsun, kendinizi oranın parçası gibi hissettiriyor. 
7.fotoğrafta bir atlı var. Aslında şehrin ortaçağdan kaldığına delalet bir manzara olmasını sağlıyor bu atlar. Demek istediğim, kimse modern olmak kavgasına tutuşup portakal ağaçlarını sökmeye ve atları mahmuzlamaya kalkışmamış. Adımınız 1000 yıl öncesine değiyor.
Öbür fotoğraftaki amcalarla hangi dilde konuştuk bilmiyorum ama fotoğraf karşılığı bana bi avuç kestane verdiler. Son fotoğraftaki köpek beni yiyecek gibi bakmasa güzel bi anıydı aslında. 🙄
Yarın Alcazar'dayız.





4. Day. Lost in the Dream.
Her akşam daha geç saatte yayına giriyorum. O fotoğrafı mı seçsem bunu mu kırpsam derken bilgisayarın başında saatler geçiyor. 🙄
Bu gece iki ayrı galeri paylaşacağım. Çünkü Alcazar'ın Sarayı'na sabah girip ikindiye doğru çıkmıştım... Yeditepe İstanbul'da Yusuf abinin Olcay'a hitaben söylediği bi söz vardı. "Anlamlarını bilmeden dinleyip sevdiğimiz şarkılar vardır ya, işte biz de böyleyiz. Sesin kıvrılıp, büküldüğü yerde ıslanıyor gözlerimiz. Nedenini soruyorlar, bilemiyoruz. kimseyi ikna edemiyoruz." Real Alcazar sarayı benim için anlamını bilmeden sevdiğim bir şarkıyı dinlemek gibiydi. Muhtevasındakilerin arka planını bilsem, belki bu kadar harikulade görünmezdi gözüme. Bir şeyin tekniğini bilmek ona olan hayretini arttırmıyorsa, bilmemek daha iyi. Dostoyevski'nin anlamak hastalıktır dediği.
Zamanın hıristiyan yöneticileri Granada'daki El Hambra Sarayından çok etkilenip, müslüman ustalardan kendileri için de aynı şekilde bir saray yapmalarını istiyorlar. El Hambra kadar ihtişamlı olmasa da, böyle bir yapı çıkıyor ortaya. Rotam Sevilla-Kurtuba-Granada olduğundan, burası benim için El Hambra'nın fragmanı gibi oluyor.
Sarayın pek çok yerinde küçük havuzlar ve fıskiyeler var. Şıpıdık su sesleri öyle sekînet veriyor ki insana, burada yaşayan insanlara ziyadesiyle imrendim. Ayrıca büyük-küçük bir sürü bahçe var. Her birine bir gün ayırsan, ilk bahçeye kimbilir kaç ay sonra tekrar sıra gelir. Demek istediğim, insan kaçar kaçar da yine kendine döner burda. Kendinden kaçıp bulmaya bir sürü köşe.
7.fotoğraftaki mukarnasların ve tavan süslemelerinin yapıldığı yaldızlı boyalar gökyüzünün silüetini yansıtıyor. Parlayan renkler yıldızların ve gök cisimlerinin iz düşümü gibi, alacalı ve rengarenk. Süleymaniye Camii'nin kubbesinde de yaldızlı boyayla şu ayet yazılı; "Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, yıkılıp yok olmaktan koruyup tutuyor. Şayet yıkılırsa ant olsun ki, onlardan sonra kimse onları tutamaz. Hakikaten O, acıyan ve bağışlayandır.” Fatır, 41. Orada ayetle Ulûhiyet vurgusu var, burda ise tezyînat ile. İkisi de muntazam ve muazzam.
6.fotoğrafta bi gözüm yorulurken öbürü stand-by modunda çalışıyor. Hafiften yorulmuşum ya. 🙄


Dün bi arkadaşım fotoğraflarda sen niye hiç yoksun diye sormuştu. Tek başıma dolaştığımı söyleyince şaşırıp canın sıkılmadı mı dedi. Bende, gittiğim her yerde bir şeyler keşfedip fotoğraf çekmek gailesiyle gittim, niye sıkılsın ki dedim. 🙄
Burada küçük bir not paylaşayım. Fotoğraf makineme takacak zoom objektifim olmadığı için abimden 35mm ve 85mm sinema lenslerini ödünç alıp da gittim. Fotoğrafların da %97'sini 35mm lensle çektim. 35mm odak uzaklığı insan gözüne en yakın fotoğraf açısıdır. Yani gözünüzü vizör dayadığınızda görünenle çıplak gözle görülenler aynıdır. Benim sağ gözüm âmâ olduğu için, onun yerini fotoğraf makinesinin objektifi tutuyor. Yani fotoğraf makinesi parçam değil bütünüm. :) Ortaçağ'da dolaşmaya devam ediyoruz. Şimdiki durağımız Plaza de Espana. Bizim Gülhane Park'ı gibi düşünebiliriz. Bina yarım ay şeklinde bir mimariye sahip ve koridorların tasarımı yapılırken gölge oyunları hesaplanmış. Şansıma ben gittiğimde hava kapalıydı, mekandan ayrılacakken güneş açtı. Günün belli saatlerinde kulelerin gölgeleri bahçenin ve binanın çeşitli yerleriyle simetrik görüntüler oluşturuyor ve insanı hayran bırakıyormuş. Ama nasipte olmadığından, biz göremedik tabi. 🤷🏻‍♂️ Gitmeden evvel en ucuz Flamenko gösterisini burada izleyebileceğimi not almıştım, doğruymuş. 🙄
Maria Luisa parkıyla ilgili bu 3.fotoğraf. İstekramda fotoğrafların dik ve yatay hallerini aynı anda paylaşamadığım için bissürü panoramik fotoğrafı gösteremiyorum ama poster yapacak kadar güzel şeyler çekmişim farketmeden (haspam, havalara bak.) Son sayfada bi gün batımı timelapse'i yapmak istedim ama olmadı. :D fotoğraf makinesini koyabilecek sabit bir yer olmadığı için rüzgardan kıpraştı. Ama olsun, Guadalquivir Irmağı'ndan geçen kanolar gözüküyor.
Gün de batıyor usul usul. Benden de bu gecelik bu kadar olsun öyleyse. Yarın sabah Kurtuba sokaklarında fink atacağız. 🤹🏻‍♂️




5. Day. One Step Closer.
Cordoba sokakları. Burası bir değirmen şehriymiş aslında. Nehrin etrafında hasat edilen ekinler burada yıkanıp kurutulur, sonra da nehrin iç kısmındaki değirmenlerde öğütülürmüş. Irmağın içinde 5 adadan oluşan ve aralarında sallarla ulaşım sağlanan bi üretim alanı mevcut. Ancak değirmen günümüz şartlarında kullanılmadığı için ilgisiz kalmış ve harabeye dönmüş. Köprüden bakınca değirmeni ve üretim alanlarını görmek mümkün.
Gelelim yolculuğun en güzel camisine. Girişinde portakal ağaçları, çeşmeler, fıskiyeler ve yürüyüş yollarının bulunduğu bir avlu beni karşılıyor. Bu yüzden inat edip camiye girmemek için ziyadesiyle oyalanıyorum.
Cami diyorum ama burası tarih içinde bir sürü farklı ritüele ev sahipliği yapmış. İlk başta Romalıların tapınağı iken Vizigotlar tarafından St. Vincent Kilisesi'ne dönüştürülmüş. Endülüslüler zamanında ise cami olarak kullanılmaya başlanmış. O zamanlar Kurtuba, az evvel bahsettiğim değirmen şehri olması hasebiyle, Avrupa'nın en zengin şehirlerinden birisiymiş ve bunun etkisi hem gündelik hayata hem de caminin tarihine yansımış. Başlangıçta camii tüm Kurtuba halkının ibadet edebileceği genişlikteyken, şehir büyüdükçe ve nüfus arttıkça yetmemeye başlamış ve camiye yeni kısımlar eklenmiş. En geniş halinde cami içerisinde 1419 kemerli sütun varmış. Sütunların çoğu granitten yapılmış, tuğlalardan ve beyaz taşlardan yapılan kemerlerin de payanda görevi görmesi amaçlanmış. 20 giriş kapısı olan caminin kapı kemerlerinde yazılı olan "Bismillahirrahmanirrahim" lafzı hâlâ okunabiliyor.
Daha sonra bölgeye hakim olan Katolik egemenliği başladığında ise camii kiliseye dönüştürülmüş. Bu dönüşüm esnasında, koro kiliseye kurulacak koro için caminin ortasındaki sütunlardan 63 tanesi kaldırılmış. Tarih içerisinde bir çok dinin kesişim yeri olması itibariyle, pek çok mimari etkiye de maruz kalmış. İç mimarisi Gotik tarzın en güzel örneklerinden olan camii, 16.yüzyılda yapılan değişikliklerle Rönesans etkileri taşımaya başlamışken, 19.yüzyılda Barok dönem etkileri görülmüş. Sonuç olarak bugün gördüğümüz her köşesi farklı, ama dönemin yetenekli mimarları sağolsun, birbirine son derece uyumlu bir eser ortaya çıkmış.




6. Day. January.
Bu akşam muhteşem Granada panoramasıyla karşınızdayım.
Sevilla'daki Real Alcazar sarayındayken El Hambra'yı hafiften çıtlatmıştım. Burası şehrin tepesine kurulmuş bi saray. Aslında yalnızca saray değil, içinde saraylardan, bahçelerden, surlardan ve yerleşim yerlerinden oluşmuş devasa bir şato. Kuran'ı Kerim'de vaad edilen altlarından ırmaklar akan cennet köşelerinden bir yer gibi.
Sarayın en ihtişamlı bölümü olan Nazari Saraylarında pek çok salon var. Her salonun kendine has tavan ve duvar işlemeleri var. Köşeler mukarnasla, duvarlar kabartmalı ayetler ve çinili tezyînatlarla süslenmiş. Mukarnaslara hayran hayran bakan karı-koca iki Alman turiste onların ne olduğunu anlatmaya çalıştım ve Türkiye'yi ziyaret ederlerse pek çok camide bunlara dair örnekler görebileceklerini söyledim. (adeta bir turizm elçisiyim. 🙄) Sarayın bahçelerinde ise su yolları, küçük havuzlar ve selvi ağaçlarının olduğu avlular var. Aslında burası kralların yazlık bahçe olarak vakitlerini geçirdikleri bir mekanmış. Ben ocak ayında geldiğim için cıvıltıları yakalayamadım. Şansıma hava da kapalı olduğu için, kısmetimde gökyüzünü beyazken çekmek varmış.
El Hambra'da büyülendim ama ecelimi Real Alcazar sarayında beklemek isterdim. İnsanın ömrü uzar orda. :) En sonda çakma Eliyahu var. Arada notaları kaçırdı ama tanıdık bir şeyler duymak keyif verdi. Siz bilmezsiniz gerçi bu şarkıyı. 🙄 "yüreğimde ayaz var / ne kış gitti ne yaz var / uyandırma menekşeyi / çalıda ayaz var / kulenin taşı oldum / gözünün yaşı oldum / dünyada gün görmedim / sevince acemi oldum"
Yarın son gün için Malaga'dayız.



7. Day. Deliverance from Myself. 
"böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden / en uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye / laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız." 
Malaga'dayız. Akşam pazarı fotoğrafları, son günün parsası bunlar. Bitiriyoruz! :) Bilen bilir, Umre ya da Hacc ziyareti için yolculuk yapan hacılar günlerini önce Mekke'de tavaf yaparak geçirip bi güzel yorulur, ardından kırk vakit namazı tamamlamak üzere, dinlenmek için Medine'ye geçerler. Benim tavafım, kendi etrafımdaki tefekkürü arayarak yorulmakla geçiyor. Evvelden bir arkadaşım "Nasibim olmayan bir şeyin peşinde koşmaktan korkuyorum." dediğinde, ona cevaben "Belki nasibin koşmaktır." demiştim. Benim nasibim de tefekkürü bulmak değil, ararken yorulmaktır. Dinlenme durağım ise Malaga limanına demir attım. :) 
Malaga liman kenti olması hasebiyle Endülüs'ün diğer kentlerine nazaran daha batılı bir şehir. Bir haftalık yorgunluğun ardından dinlenmeye gelinecek yer oldu benim için. Tepedeki Gibralfaro Kalesi'nden denizi gören güzel bi manzara buldum, hafif hafif esen rüzgarda kitabımı okudum. Malaga ünlü ressam Pablo Picasso'nun doğduğu şehir aynı zamanda. Müze saatlerini yakalayamadığım (çok yorgun olduğum için yürümeyi gözüm kesmediğinden 🙄) için gezemedim. O kadar da kusurum kalsın, napayım. :) 7. fotoğrafta kafamın içinde bir palmiye çıkıyor. Denizi görünce kafamda palmiyeler biter. 🙄 Son gün olması sebebiyle otelde 2 saat kadar dinlenip gece yeniden dışarı çıktım. Fotoğraf makinesine poz ayarı girerken fark ettim ki, yıllardır gece fotoğrafı çekmeye çıkmamışım. Galiba yaşlandım. 🙄
İspanya gezi fotoğrafları şimdilik bu kadar. Bu fotoğrafları derleyip, yanına bi bu kadar daha ekleyip blog'da bir araya getirmeyi planlıyorum. (taslakta duran bissürü yazıyı bitirebililirsem tabi. 🤷🏻‍♂️) Fırsat buldukça Balkan gezisi fotoğraflarını da derleyip paylaşmak niyetindeyim. Yazın kısmet olursa İran fotoğrafları albümü de yaparım. 🤹🏻‍♂️ Bir sonraki albümde görüşmek üzere. Esenlikler dilerim efendim, hoşçakalın. 🎉🎉🎉

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder