Perşembe, Ekim 26, 2017

vaveyla - I

Bismillahirrahmanirrahim.

Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah'a sorumluluk bilinciyle kendini sakınınlar için, ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"

Enâm Suresi, 32. ayet.



2.10.17

Mehveş. 

Bilsen ne büyük iyilik yaptın bana. Aklıma neler neler geldi bir bilsen. Şimdi otobüsteyim, ders bitti eve dönüyorum. Akşam üzeri, güneş batıyor, şehirlerarası yolculuk otobüsü, denizin üzerinden geçiyorum. Günün en güzel saati, dünyanın çok güzel bir yeri ve ben tek başımalığımlayım. Ama aklımda sen varsın, bu şimdi bana kafi geliyor. Bu hafta bir günlük tutacağım sana. Aklıma gelen her şeyi bir yere not alıp her akşam az çok bir şeyler yazmaya çalışacağım. Kimlerin ellerinde el yazım esir kalmıştı, şimdi senin ellerinde tutsaklığı kıymetlenecek. Yavan yavan nefes alıp gidiyordum. Şimdi sen alacağım nefes oldun, bir hafta daha hayattayım demektir. Ne iyi akıl ettin bu mektubu. Zakkum şey diyor hani; "bilir misin hayatta mıyım diye nabza parmak basmayı." Bazen kalbim atıyor mu diye göğsümü seyrediyorum mehveş. Bakıyorum, göğüs kafesim inip kalkıyor. Yaşamak kabarıp duran kaburgalarımın olduğu yerde mi, bilmiyorum. Orası bir baş için yastık olacak yer değil mi? Değil. 

Yarın yine yazacağım uzun uzun.

3.10.17

Mehveş.

Saat akşam 8:30. Eve geldiğimde 8'di. Çok yorulmuşum, yerimden ancak kalkabildim. Pazartesi günü okulda olduğum için bugüne yığılıyor çoğu iş. Mesul olduğum iki fabrika var. Çalıştığım yerina dı Kıraç Galvaniz. Yol kenarlarında bariyerler var ya hani, biz onları yapıyoruz. Bir fabrikada onları yapıyoruz. Diğer fabrikada da onları Galvaniz'e daldırıyoruz. Galvaniz ne diyeceksin; teknik adı ergimiş çinko. Senin anlayacağın dilden anlatırsam; normalde o bariyerler siyah renkte, biz ömrünü uzatmak için onları beyaza boyuyoruz. Ama bildiğimiz boyalardan değil bu; 450 C'de boyanıyor. Ben bu iki fabrikanın kalite sorumlusuyum. Yani ürünün fabrikaya giren ham halinden fabrikadan çıkışına kadar ki sürecin tamamı benim denetimimden geçiyor. Bazen haftasonu mesaisi de oluyor. Pazartesi de gitmeyince, 3 günlük iş yığılıyor bugüne. Şükür, altından kalkabiliyorum şimdilik. 

Salı günleri zor oluyor. Tüm duygusal birikintim salı günü kabarıveriyor. Ne var mehveş bu salılarda? Gerçi diğer günler de zor. Okula devam etmek sanırım bendeki yıkıntıyı sürüklüyor. Yaşamak bir musibete uğramak değil mi mehveş? Başımıza gelen her şey bunun artçıları. Ne zaman işten başımı kaldıramayacak olsam, aklıma senin jürilerin geliyor. İnşallah hayırlısıyla okulun biter, mutlu olacağın bir hayatı yaşamaya koyulursun. Ben bir yokluğa sarılmaya çalışıyorum ama aradığım yokluğun nerede olduğunu bilmiyorum. İnsan yokluğu arar mı mehveş, yokluk bulunur mu?

Nasıl bulduğumu söyleyeyim şimdi sana. Bile isteye şizofrenilere saplanıyorum. Dışardan görenler anlamıyor ne olduğunu. ****a'ya yazdığım mektubu açıveriyorum. Durduk yere ***ra'nın yazdıklarını okuyorum facebook'ta. Hiç sebepsiz twiter'da ***e'nin profiline bakıyorum, kendimden bir şey bulabilirim belki diye. Ama bulmamak için de dua ediyorum bir yandan. Beni bu terk edilmişlik, biriktirdiklerimi kaybetmişlik, umursanmayıp bertaraf edilmişlik hayata bağlıyor. Çok saçma geliyor değil mi? Gelmesin. İnsan kimsesi olmayınca bir yokluğa sığınıyor mehveş. Lime lime parçalansın ama kılına da zarar gelmesin istiyor. Dünyada kopmayacak bağ yok mehveş, bilmeden ne kötülükler ediyoruz kendimize. Allah'ın varlığına bu kadar yakından şahit olmasam, şimdiye çoktan intihar etmiştim galiba. Sonsuz sevme istidadıyla dünyayı sevmemek liyakatine bağlı kalmak ne zor. Fıtrat dedikleri şey; dünyadaki kafesimiz.

Yine yazacağım. Şimdi kitabıma dönüyorum.


4.10.17

Mehveş.

Saat 11:35. İşteyim.Öğlen arasına az kaldı, bilgisayarda bir şey araştırmak için oturdum. Akşam Handan'ı okuyordum. Halide Edip okumuş muydun daha evvel? Ben okumadım ama derin kalp ağrıları olduğunu biliyordum. Zaten uzun süreli kalp ağrıları çektiğimden, bu başı bozuk buhran ruhuma iyi geliyor. Kitapta çapraşık bir aşk hayatı anlatılıyor mektuplar üzerinden. Şimdi sana bir kitap yazıyor gibi miyim? Çünkü ben de kelimelerle çapraşık hayatımın tomografisini çekmeye çalışıyorum. 

Sabahtan kitap siparişi verdim. Aralarında en çok merak ettiğim; M. Cioran'dan Çürümenin Kitabı. Satır aralarında kendimi okuyacağımı zannediyorum. Şefime sordum istediğiniz kitap var mı diye; Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i istiyormuş. Onu da ona aldım. Herkese kitap alıyorum mehveş. Maaşlarımın bir kısmı başkalarına aldığım kitaplara gidiyor. İlk maaşımla Diyarbakır'da bir köy okulunda öğretmenlik yapan bir arkadaşıma, çocuklara dağıtması için pastel boya ve kitap alıp gönderdim. Elhamdülillah, parayla elde edilemeyecek mutlulukların keşfindeyim. İşe başlayalı 9 ay oldu, 9 aydır herkese ihtiyacını olduğum kitabı alıyorum. Hastalık gibi bir şey aslında. Dün iki kişiye daha aldım. Üstelik tanımadığım insanlar bunlar. Twitter'da görüyorum, mesaj atıyorum. Diyorum ki şu kitabı sana ben alabilirim. Adreslerini istiyorum, direkt oraya gönderiyorum. Keza tanıdıklarıma da öyle. Dünyayı güzelleştirmenin başka yolunu bilmiyorum şimdilik. Ben düşündüm, dünyayı okuyarak kurtarabiliriz. 

Birey olarak iyiyim; işe girene kadar bu kadar sistemli ve sürdürülebilir bir işi yönetebileceğimi bilmiyordum. Zannettiğim gibi tembel bir insan değilmişim aslında. Dışardan gelen pek çok etkiye karşı pek çok hoşgörülü ve makul reaksiyonlarım var. Çok gerginsem sessiz kalabiliyorum. 9 aydır kimseyle didişmedim. Gelgelelim, canımı acıtan ve çürümeye yol açan zararları yalnızca kendim; kendime verebiliyorum. Fiilen değil de zihnen oluyor bu, yine anksiyete. Bir dönem sana, Zea'nın üzerinden iki yıl geçmesine rağmen hala kendimi ona beğendirmeye çalışıyormuşum gibi davranıyorum demiştim. Sanki bir köşeden çıkacak, şu kitabı okumadın mı diye azarlayacak, cebinde mendil taşımıyor musun diye haşlayacak. 

Bursa'ya döndüğümde kimsem yoktu. Aklımda yalnızca ***e vardı. Bu da anksiyete bozukluğuna yol açtı. Sanki metroya bindiğimde karşıma o çıkacak, sokağı dönünce birden bana bakıp duracak, camide soluma selam verirken onunla göz göze geleceğim. Bir hayaletle bir şehirde köşe kapmaca oynuyor gibiyim. Şükür, eskiye göre daha seyreldi bu durum. Ama yine de canım ürperiyor. Rüzgar değil, yalnızlık üşütüyor mehveş. İnsanın yalnızken içi ürperiyor da bir hayalin kıvılcımına tutuluveriyor. Aslında dışa bağımlı değilim, diriyim. Ama içte bir şey benim gıdım gıdım tükenmeme sebep oluyor. Önüne de geçilmiyor. Kimseye zararım, hakka girmiyorum. Elhamdülillah, Allah yokluğuma yetiyor. "Boyun eğmek zorunda olduğum bir sertlik beni yıldırmıyor, aksine hoşuma gidiyor. Mutluluktan çok, onun için harcayacağım sonsuz çabanın peşindeyim; mutlulukla erdemi birbirine karıştırıyorum." Andre Gide, Dar Kapı.

Dünyayı güzelleştirmek diyordum. Birine kitap hediye edince içimde pıt pıt bir şey atıyor, gözlerini pörtlerken görmeyi çok seviyorum. (Pörtlemek?) 26 Ağustosta şefimin doğum günüydü. Ona Albert Camus'ünün Yabancı'sını aldım. Biliyorsun, hayatım ***ra'dan öncesi ve sonrası diye iki ayrılıyor. Bu kitabı tam da o ayrım sırasında okumuştum. Meğer insan en çok kendine yabancıymış ve tanıştığımız herkes, bizi bize tanıtmak için karşımıza çıkıyormuş mehveş. İnsan en çok kendine yabancı. Birey olarak iyiyim diyordum: ama toplumdaki yerimi bilmiyorum. Kendi başıma bireyim ama insanlara etki edemiyorum. Bunun sebebini düşündüm, kitap okumaya başlamadan evvel şuursuzdum. Toplumdaki çoğu birey de bilincine sahip çıkamadığı için, daha doğrusu bilincini keşfedip derinliklerini kavrayamadığı için sürüye uyuyor. Oysa ben uymuyorum. Şimdi ben de toplumu sürüden kurtarıp bireyleri bilinçlendirmeye çabalıyorum. Toplumdaki vazifem bu: herkesi kitap okumak vesilesiyle şuurlandırmak. Zira okumak şifadır. Elhamdülillah, bunu kendime dert edinebidim.

Öğlen arası geçti ama son bir şey anlatıp bugünkü yazıyı bitireceğim. Ya da akşama yazarım. Bekle.

22:30

Mehveş. Çok soğuk, kış gelmiş. Üşüdüm evde. Sabahtan ***e'ye dair buhran haberleri vermiştim sana. Kazandığım ilk maaşla herkese hediye almak istedim, çoğu insana da kitap hediye ettim, hiç karşılık beklemeden. Çocukları da sevindirmek nasip oldu, hamdolsun. Öğlen muhtevasından bahsetmiştim. ***e'nin kendince tuttuğu bir çiçek güncesi vardı. Bulduğu farklı cins çiçekleri ve otları alır, defterine yapıştırırdı ve yanına da onlar hakkında bilgiler yazardı. Sonraları denk geldim: Böyle bir ansiklopedi Osmanlı zamanında da tutulmuş. İsmi Şükûfenâme. Aradım, kitabı internette buldum. İstedim ki, ilk maaşımla ona da hediye alayım. Şöyle bir zaafım var benim. Bir şey gördüğümde aklıma biri geliyorsa, o onun olmalıdır. Gerçekten bu bir zaaf. Kitabı ona hediye etmesi için bir arkadaşından rica edecektim ve benim gönderdiğimi bilmemesi için tembihleyecektim. Ama tam bu niyetle arkadaşına yazacaktım ki, beni engellemiş. Kalakaldım. Kitap da kaldı. Zaaf dedim ya az önce; öyle çünkü en incemiz en zayıf yerinden kırılıyor. Ya da bahane arıyorum kırılmaya, haberi bile yok bu olaydan.

Hava buz gibi mehveş. Ben yorganın altına giriyorum. Keşke aklıma gelen her şeyi satıra dökebilsem. Biriktikçe birikiyor. 

5.10.17

Mehveş.

Saat 11:45. İşteyim gene. Öğle yemeğini 12:45 gibi yiyorum. Erken yersem çabuk acıkıyorum. Şimdi küçük bi tabağa kısırla yoğurt koydum. Önden açlığımı bastırsın diye. Onları yiyorum. Kızıyor musun böyle gündelik detayları yazdığım için? Gündelik şeylerden bahis açmayınca konuya girilmiyor ki. Kendi kendimeyken de böyle sonuçta. Kitap okurken, yürürken, müzik dinlerken; tek başıma kalınca hep Zarifoğlu'nun yazdıkları aklıma geliyor.

"Bu arada kendimle kalınca sakin ol diyorum ama ne zamana kadar.

Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum. Geçmiş acılı günlerin tartışmasını yapıyorum. Anlatıyor ve bütün yanlış anlaşılmaları, haksızlıkları düzeltiyorum. Onları yeni baştan yaşanacak bir zamanın önüne getiriyorum. Konuşuyorum onunla. Boş zamanlarımda da değil. Günlük çalışmalar sırasında ama gören olmuyor bu yaptığımı. Dış görünüşüm ele vermiyor beni.

Kısa ya da uzun yürüyüşlerde oluyor nedense daha çok. Bir dalgınlığa koyulma gibi başlıyor. Arkadaşlarımı bilmiyorum ama yürüyüşler çok verimli benim için. Hem dışarda görünüyorsun hem içeriye kaybolabiliyorsun. Ayak seslerinin biraz arkasında az bir gayretle bir benzemeden dolayı başka bir ses duyulmaya başlıyor. Adi adıma geçilince bir çözülme, ayak seslerinin birbirine ve oraya buraya çarpması, bir dağınıklık başlıyor. Ama biraz dikkat edilince o dip sesin kaybolmadığını, görünüşte sadece beraberliğin bir parça dağıldığını, zira işin içine sesin sahiplerinin mizaçlarının karıştığını, bir nevi cezbenin başladığını görüyorum. Kendime dair düşüncelerim kayboluyor."
Beni ***ra'nın bıraktığı harabeden kurtaran kitaplardan biri de buydu; Yaşamak. Altını çizdiğim satırlar vardı, biliyorsun. Evvelden de demiştim, ***ra beni bırakıp gitmekte haklıydı diye. Çünkü onu anlamıyordum. Daha fenası anlıyorum sanıyordum ve her seferinde vasıfsızlığım yüzüme çarpıyordu. Şiirleri de anlamıyordum mesela. Ama sonra anladım ki, insana şiiri anlaşılır kılan şey acıymış. Kutsal acı, dipteki ses, Allah ağrısı, aynadaki yüzümüz. 
Yoruldum mehveş. Metal bile yoruluyor sevdiğim, beton bile yoruluyor. Ben nasıl yorulmayayım? Ama daha fenası, alıştım. Kanıksadım bu hali. Birinin varlığını hissedemeden uyumanın zorluğuna, sabah "sen bana yangın ol efendim / ben sana rüzgar" diye mırıldanırken, dizelerdeki öznenin içimdeki boşluğuna alıştım. Ben hissizliğime üzülüyorum mehveş. Bu üzülmece bile geçici oluyor çoğu zaman. Kapılıp gidiyorum, diyorum ya. Ama üzüldüğümü fark ettiğim anlar. Kalbimin olduğunu en çok o zamanlarda hatırlıyorum. Birine anlatsam, geçip gidecek biliyorum. Dağılacak. ,Ben bunu istemiyorum. Zaten avutulmayı hiç sevmiyorum. Kalbe batan bir iğnenin acısını geçiştirmektense, varoluşumu delillendirecek bir sancıyı sürdürmek daha çok cezbediyor. Zarifoğlu diyor ya hani: "bir kalbiniz vardır / onu hatırlayınız." Ben kendimi şefkatle değil, ıztırap çekerken hatırlıyorum. Azala azala tükeniyorum işte. Dedim ya, beton bile yoruluyor. Benim taş kalbim niye yıpranmayacak?
"Seyir hâlindeyim, bu bir lütuf gibi. İnsanlara dâhil olamıyorum. Her şey kendi içimde, insanların telaşına dâhil olamıyorum. Allah ile farklı bir muhabbetim var. Hani ruh hisseder ya her şeyi, o travmadan sonra bambaşka bir insan oldum. İnsan kendisine gafil ama Allah bir tünel içerisinde beni korudu. Hırslarım vardı ve bu süreçte bunlardan sıyrıldım. Bu dünyanın kurallarını, oyunlarını bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. O’nun rızasıyla bir hayat istiyorum, yaşamayı istedim mi bilmiyorum, sevmek istiyorum, bir teselli arıyorum."
Eski fotoğraf makinemin yanına bir tane daha aldım, Fuji X100. Küçük, şirin bir şey. Büyük makineyi her zaman yanımda taşıyamıyordum. Öyle ki evdeki yerini bile unutmuşum. Bu makine küçük olduğu için sürekli çantamda taşıyabiliyorum. Bir de düzeni alışık olmadığım bir düzen. Yazı yazmayı yeniden keşfediyormuşum gibi oluyor. Değişik heyecanlar arıyorum işte. Ama hâlâ fotoğrafımı çekecek kimsem yok.
Öyle. Akşama yine yazarım. Yarın son sayfalara geçeceğim.

7.10.17

Mehveş.

Saat akşam 10:10. Dün yazamadım, ondan önceki akşam da. Bunlar son sayfalar olacak. Kısmetse pazar sabahı uyanıp bunları temize çekeceğim. Handan'ı bitirdim, kalbime bir şey battı; yüreğim kanıyor. Gelgelelim, zaten bunun için okumuştum. İki gün evvel bir akdaşıma tavsiye ettim, dedim ki okumalısın ve senin de için yanmalı. O da bu aralar bu tip bir şey okuyamacağını, ümitvar şeyler okumanın daha çok işine geleceğini söyledi. Tavsiye istedi. Ama veremedim. Sonu iyi biten bir roman gelmedi aklıma. Bunca zaman okuduklarımın hepsi acıyı harlayan, közümü dağlayan şeylermiş.

Ben kendime maruz kalıyorum mehveş. Bile isteye yanımda taşımıyorum kendimi. ***ra'ya, bıraktığın yerde değilim diyebilmeyi çok isterdim. ***e'ye bıraktığın yerdeyim, gel demeyi. Sana ne diyeceğimi bilmiyorum. Dünyayı anneler doğurdu, biz mahvettik.

Şimdi benim ne umduğumu, ne beklediğimi sorabilirsin. Epeydir büyük bir çarpışmayı bekliyorum ben. Kendini çok güzel yetiştiren insanlar var, yalnızlığın âlî tarafını keşfetmiş, başkasının parıltısıyla değil de kendi nuruyla yıkanmış insanlar var. Ama yoluma değil, karşıma çıkıyorlar. Bilmeden ne kötülükler ediyoruz kendimize. Sonra ettiğimiz kötülükte Rabb'e çıkan bir yol buluveriyoruz, acziyetimiz şükrümüz oluveriyor. Her şeyde yanıp sönen bir kıyamet algısı. Belki ben de onlardan biriyimdir. Kaderimi kalemiyle doğrultan, bana yardım et. (Amin de.)

"Ne olurdu, sade ve sakin bir hayat arkadaşım olaydı. Fakat benim, tamamen benim olaydı; her gün yanımda, gecelerin bana çocukluğumdan beri verdiği âciz bir haşyetle sokulduğum göğüs, sabahleyin yanımda uyanan gözlerin umku hep benim, hep benim olaydı. Hatta bu bir kör, bir budala, bir hasta, hiç kimsenin bakamayacağı, herkesin attığı bir sakat, bir alil olaydı, fakat benim olaydı! Kaybetmek korkusu olmayaydı ve benim mahremiyetimde geçen saatleri başkalarıyla tekrar ettiğini, aynı evza, aynı nazar, aynı kelimelerle başka kadınları sevdiğini duymayaydım. Bu mariz ve fazla canlı muhayyilem benim dediğim bir adamın başkalarının, hem ne suretle başkalarının olduğunu görerek bu azap dakikalarını yaşatmasaydı..."


Kutudan çıkanı inşallah beğenirsin. Hatırlıyor musun, sen ****a'yla aramı yapmak için cedelleşirken ben sana minnetimden, bugüne kadar yapmayı çok isteyip de yapamadığın bir şey var mı, onu ben senin için mümkün kılacağım demiştim. Sen de, uçurtma uçurmak demiştin. Henüz sözümü tutamadım, belki hiç tutamam da. Ama bu hediye utangaç boynunun kolyesi olsun, bu da benim sana ayrılırken hediyem olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder