Pazar, Mayıs 28, 2017

teyakkuz.

Bismillahirrahmanirrahim.

“De ki: “Biz Allah’ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim? Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmaklar gibi mi olalım?” De ki:”Allah’ın gösterdiği yol, yegâne doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin Rabb’ine teslim olmamız emrolundu."
En’am Suresi, 71. Ayet.



Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi, tüm iyilikleri ve güzellikleri rahmetiyle birlikte seninle olsun kıymetli okuyucum. Ramazan- şerïfin mübarek olsun. Bu yazıyı aslında geçen yıl ramazanda yazmak istemiştim ama nasip olmamıştı, daha sonra yazdığımda da pek anlamı kalmamıştı. Kendi çapımda revize edip yeniden yazmaya çalışacağım. 


Şükür ki ramazan her yıl kendine has bereketiyle geliyor, bu ayda yaşadığımız her şeyin feyzi artıyor. Peki ama bu bereket niye diğer aylara yansımıyor? Bunun sebebi yalnızca dışımızdaki dünyanın ramazan ayı boyunca türlü günahlardan izole edilmesi mi, yoksa bizim manevi bir kalkanın ardında kaldığımızdan dışardan gelecek etkilere daha az maruz kalmamız mı? Önceki yazılarımı okuduysan bunun cevabını biliyorsun, zira başımıza gelen hiçbir şey sebepsiz değildir ve ortada bir kabahat varsa bunda en büyük pay benimdir. Çünkü: "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.” Nisa, 79.


Geçen yıl Turgut Cansever’in söyleşilerinden oluşan Bir Şehir Kurmak kitabını okumuştum. Bir paragrafında çok mühim bir şeyi keşfetmek nasip olmuştu, o da şeytanın şekilden şekile bürünüp her türlü desiseyle her an karşımızda olacağı gerçeğiydi. Şöyle demişti Cansever:


Şeytanı, İslamiyetin tarif ettiği gibi tanımlamak gerekir. Biz, Rahman ve Rahim olan Allah’ın himayesi altındayız. Bozulma sürekli biçim değiştirebilir. Dolayısıyla, onu statik olarak değil; biçim değiştirme ihtimallerini göz önünde bulundurarak, bozulma kökenlerini inceleyerek ele almak, isim koymak gerekir.”

Yani şeytan en ilkelinden en modernine en etkin silahları elinde tutuyordu ve bizim herbiri için yeni bir savunma mekanizması üretmemiz gerekiyordu. Aslında günlük hayatın yozlaşısından ve başıboş uğraşılarından ancak şeytanla mücadele ederek sağ çıkabilirdik, vicdanlarımız rahat ederdi, Allah’ı ancak bunu başararak kendimizden razı edebilirdik. Yani daima bir teyakkuz halinde bulunak gerekiyordu. Görünen ve size karşı saldırıda bulunan bir düşmana karşı koymak nispeten daha kolaydır. Ancak Mustafa Özel’in Turgut Cansever’in vefatının ardından yazdığı Mimari, Şiir ve Siyaset başlıklı yazısında tasvir ettiği gibi; 

“İnsanın savaştığı şeytan renkten renge, kılıktan kılığa giriyordu: Nefs, gurur, modernlik, ruhsuzluk, standartsızlık, standartları putlaştırmak, cahillik, okumuşluk görüntüsü…” 


İpin ucunu ramazana bağlayan ilmek de tam bu esnada düğümlenmiş oldu. Orucun aslında ramazana has değil, ömre bedel bir ibadet olması gerektiğini o an farkettim. Şöyle ki, oruç insan için pek çok açıdan savunma vazifesi görüyordu. Bir savaşın orta yerinde olduğunuzu düşünün. Bir taraftan okçu saldırısına, bir taraftan kılıçlı askerlerle kuşatıldığınıza, bir yandan tüfekle ateş edenlere, bir yandan süngü çekenlere ve bir taraftan da uzaktan bomba atanlarla sırasıyla veya aynı anda mücadele ettiğinizi düşünün. Abartı değil, şeytanın silaları bunlar ve bizim savunmamız da böyle. Hatta şeytan bunların misliyle daha fazlası. 


Şeytan, insanı kandırmak için pek çok yolları dener, birçok desise ve hileye başvurur. Bu hile ve desiselerin en mühim bazıları şunlardır;
1. Şehvet ve gazab. Bunlar şeytanın giriş yollarının en büyükleridir. Bu sebebledir ki, hadîs-i şerifte:
“Şeytan kanın bedende dolaşımı gibi insan vücuduna sızıp dolanır. Onun yollarını açlıkla (oruçla) daraltınız.” (İmam-ı Gazali, İhyâu Ulumiddin, III, 61) buyurulmuştur. Çünkü şeytanın insana en büyük giriş yolu şehvettir. Açlık ise şehveti kırar.
2. Hased ve hırs. Kul bir şeye hırslandı mı, artık hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur.
3. Tama’. Şeytan insana bazı şeyleri çeşitli riya ve hilelerle sevdirir. Açgözlü hale getirir. Öyle ki, âdeta tama’ ettiği şey, insanın mabudu olur.
4. Acelecilik. Acele anında insan düşünmeye fırsat bulamaz. Şeytan da bu anda ona vesvese verebilir.
5. Cimrilik ve yoksulluk korkusu. Bu korku, insanı cömertlikten alıkor ve mal yığmaya davet eder. Süfyan-ı Sevri: “AdemoğIunu tuzağına düşürmek için şeytanın en kuvvetli silâhı, yoksulluk korkusudur.” demiştir.
6. Şeytanın kalbe nüfuz ettiği kapılarından biri de dinde mezheb ve meşreb fanatizmidir. Böylece onu, kendi mezheb ve meşrebinde olmayanlara karşı kin tutmaya, onları küçümsemeye ve hakaretle bakmaya sevkeder. Bu hâl çok tehlikelidir. Fâsıklar gibi, âbidleri de helâka götürür.
İnsanları hakir görüp onlarda kusur aramak kötü bir haslettir. Fakat şeytan bu kötü hasletleri dine hizmet perdesi altında insana hoş gösterir ve yerleştirir. Kişi bu hareketiyle din namına bir gayret sarfettiğini sanarak kendisinde sevinç ve neş’e hisseder. Halbuki o, tamamen şeytanın tuzağına düşmüştür.
7. Şeytanın aldatma yollarından biri de, kulu, insanlar arasındaki meşreb ve görüş ihtilâfları ile ve bu husustaki dedikodularla, lüzumsuz işlerle meşgul etmesidir.
İbn-i Mes’ud anlatıyor:
“Bir cemaat Allah’ı zikretmek üzere bir yere toplanmıştı. Şeytan onları dağıtmak için ne kadar çalıştı ise başarılı olamadı. Bu defa yakındaki dünya işlerini konuşan başka bir cemaate gitti. Onların arasına kolaylıkla fesad tohumu ekti ve birbirlerine düşürdü. Kavgaya başladılar. Şeytanın maksadı, bu dünya ehli değildi. Az ötedeki zikir meclisini dağıtmaktı. Nitekim muvaffak da oldu. Dövüş ve kavgayı gören zikir erbabı onları ayırmak için hemen koştular ve ayırdıktan sonra da dağılıp gittiler... Şeytanın isteği de böylece yerine gelmiş oldu.”
8. Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de cehalet ve gafletleri yüzünden veya günahlara dalmaları sebebiyle darlaşan, muhakemeleri kıtlaşan bazı kimseleri, akıllarının almayacağı imanî meseleler üzerinde düşünceye sevk edip, şüpheye düşürmesidir.
9. Sû-i zan. Kim bir insan hakkında kötü düşünmeye başlarsa, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde gıybet etmeye sevkeder. Yahut o adamın hakkına riayet ettirmez. Ona hakaret gözüyle baktırır.
Sorularla İslamiyet


Böyle bi durumdayken insanı koruyacak tek şey bir kalkandır ve o manevi kalkan da oruçtur. Aslında oruç burda bir muvazene, belki de imge. Hatta bir metafor. Mona Lisa tablosunda bir gözün eksik çizildiğini düşünün, muhakkak sizin de gözünüzü tırmalayacaktır.  Oruç, ömür metaforunda ki eksiklerin farkına varılmasını sağlayan en önemli araçtır ve bir şeyin eksik kalması sayesinde tüm bedenin teyakkuz halinde olmasıdır. Amaç değil; çünkü menfaat uğruna ibadet yapılmıyor, yapılsa da bir kârı olmuyor, faydası görülmüyor. Haydi ben dünyevi arzularımı törpülemek için oruç tutayım diye yapılan bir niyetin sonucu karın açlığıdır, dünya tokluğu değil. Bu her ibadet için böyledir.


Niyetine uygun tutulan oruç doymak bilmeyen nefse doymayı öğretir. Sonsuzmuş gibi gözüken isteklerin önüne bent çekmeyi, onların lüzumunu sorgulatmayı öğretir. Elindekiyle yetinmeyen insana, aslında sahip olunacak tek değerin midesine giren rızık olduğunu farkettirir. Bir kimsenin başına gelenlerin çoğu kendini tutamamasından, kontrol edememesinden, sabır gösterememesinden gelir. Olaylar karşısında insanın kendini tutabilmesi irade eğitimiyle alakalıdır. İşte oruç insana iradesini kullanabilmeyi öğretir. Açlığa karşı sabredebilmeyi öğretir. Allah’ın kendisine sunmuş olduğu bütün helallerden el çekmeyi öğretir. Haramlardan ve yasaklardan kendisini muhafaza etmeyi öğretir. Oruç sadece mideye değil, bütün organlara ve zihne tutturulmuş olur ve hem bedene, hem zihne, hem de ruha hükmetmiş olur. 


Takva, kişinin kendini her türlü günahtan koruma gayreti içinde olmasıdır. Allah’ın rızasını elde etmek için, bütün davranışlarını kontrol altına alarak yaratıcının istediği zirveye ulaşma arzusudur. Oruç, insana bu zirveye ulaşmada rehberlik eder, yol gösterir, sıratı müstakime götürür. 


İnsan aklıyla muhakeme eder, muhakemesi sonucu şuur ihtiyacı olduğunu farkeder. Yani baktığı her yerde Rabb’ini görmek ister ve eşyanın ardındaki sebebi irdeler. Bu da yalnızca iman nuruyla mümkündür. Allah hepimize, baktığı yerde kendi sanatını gösterecek iman şuurunu nasip etsin, göremeyince sızlayacak bir kalbin varlığından habersiz eylemesin. 


Hepimizin Allah bulmak zorunda hissettiren ağrısı var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder